24 Şubat 2021 Çarşamba

TORK DUSUNCESI




 degerlerden kopuk, dünya vatanday zihniyetine sahip insan yettirmeyi hedef tutan veya buna ozendiren bir eğitim, mille tin temeline dinamit koymuş olur


Türkiye milli egitim meselesinde, Tanzimat'tan (189) b H, inişli çıkışlı ve zikzaklı bir yol izledi. Hep baska milletteris yolundan gitmeye çalıştı Onceleri Fransiz, arkasından Alman, daha sonra Amerikan (ABD) tipi taklit programlar uygulandı. Atatürk'ün Cumhurbaskanlig dorminde milli bir sistem olug turma yolunda ciddi adımlar atılmiş olmasına rağmen (1923 1938) milli olamadı. Milli szu, yalnızca isimde kaldı. Oysa ta rihte, ünlü Nizamiye Medreselerini, ayrıca uzay ve top but olmak üzere her konuda egitim ve araştırma muesseselerini kurmuy olan bir milletin, bin sene sonra, kendisine özgü bir mil li egitim sistemi olmamass, kabul edilir bir yey midir?


Tarihin derinliklerine inmeden, yakın geçmişle ilgili bir örnek verelim


1940'l yılların baglarında, köyleri kalkındırmak gayesi ile kurulan Köy Enstitüleri, kısa zamanda gayesi dağına çıkti. Ora- larda yenilik adına Yunan mitolojisi ögretilmeye başlands. Oedipus vs. Yunan eserleri temsil edilir oldu. O yıllarda Yunan hayranligi almig başını gidiyordu. Yunan klasikleri, Türkçe'ye tercüme ediliyor, okullara Yunanca ve Latince dersleri konu yordu. Hümanizm ads altında Helenizm'i hákim kılmak için elden gelen her wey yapılıyordu. Bu yöndeki gelişmeler, Ata türk'ün, "Her şeyimizle milli olmalıyız." şeklindeki görüşlerine tepki olarak dogmustu. Atatürk'ün vefati üzerine, resimlerini paralarından kaldıran zihniyet, onun egitimdeki izlerini de sil mek istiyordu.


Köy Enstitüleri'nde Yunan tiyatro eserlerinin temsil edil digini grenen Mareşal Fevzi Çakmak, bu gidisata, bakınız nasd dikkat çekiyor


"Kayla vatandaşlara milli oyunlar oynanmalıdır. Kilylülerle ilipki kurmada onların anlayacagı, dedeleriyle pe seçmiglariyle baglarını koruyacak, yardim edecek tedbirler


bun his siyl mill yetis Alm u ic Turk sak dugu Avru resmi ran men kültü unsus punm tir letlege tolu o

23 Şubat 2021 Salı

AYYILDIZ KOLYE

Kavuşmak



Elbisemin kendiliğinden olan ip kemerini bağladım ve aynada son kez kendime baktım. Kırmızı, v yaka, omzumu kapatan, dizlerime kadar olan, kırmızı çiçekli bir elbise giymiştim. Bugün hava çok güzeldi, çok aydınlıktı. Havaların artık düzelmesiyle elbiselerime, eteklerime kavuşmuştum. Zaten bunu fırsat bilerek hemen yeni aldığım elbisemi giymiştim. Dalgalı saçlarımın kabarmaması için saç kremi sürdükten sonra tarayıp, sağ omzuma aldım ve odadan çıktım.

Annem yine mutfaktaydı. Yanına geçip, laf atmaması için hemen pirinçleri küçük bir leğene koyup seçmeye başladım. Annem ocağın altını kapatırken "Sen onları bırak da markete gidiver kızım." dedi. "Benim işim var anne ya, ağabeyim gitsin." dediğimde yazmasını düzeltirken "Ağabeyin dün gece nöbete kaldı, yorgun. Sen hemen iki dakika git, gel." dedi. Oflayarak leğeni tezgâha bıraktığımda annemin elinin terliğine gittiğini görünce yalandan gülümsedim ve "Tabi anneciğim, ağabeyim dinlensin ben hemen giderim. İki adımlık yol zaten." dedim. Annemden lazım olan şeyleri öğrenip parayı da aldım ve spor ayakkabılarımı giyinerek evden çıktım.

Markete giderken sokakta futbol oynayan çocukları sırf gıcık etmek için aralarına girdim ve saçma hareketlerle topu almaya çalıştım. Tabi ki de alamamış, tek yaptığım çocukların ayaklarına saçma bir şekilde vurmam olmuştu. Oyunlarını bozduğum için "Ya Leyla abla!" diye bağırarak beni adeta kovmuşlardı. Kırılan minnak kalbimle "Aman be, oynayamıyorsunuz zaten." diyerek yoluma devam ettim.

Bizim kaldığımız mahallede herkes birbirini tanırdı. Çünkü bu mahallede genelde komutanlar, bordo bereliler, subaylar ve aileleri otururdu. Benimde babam emekli albay, ağabeyim ise komiserdi. Tabi ki ailesinde asker olmayan kişilerde oturuyordu fakat çoğunluk asker, polis ailesiydi. Hepimizin ortak korkusu ve acısı olduğu için çok iyi anlaşırdık. Aslında amaç bir yandan da aileleri korumaktı. Askerlerin akıllarında olan tek şey aileleri, onlara bir şey olması korkusuydu. Askerlerin en zayıf noktası aileleri olduğu için düşman her şeyi yapabilirdi.

Markete geldiğimde Osman abinin oğlu Yusuf yine kasadaydı. Ayak sesleriyle kafasını telefondan kaldırdı ve beni görünce hafifçe tebessüm etti. Tebessümüne kafa selamı vererek karşılık verdim. Yusuf'un bana ilgisi vardı, bunu görmemek için kör olmanız lazımdı ki çoğu kişi bunu biliyordu. Ama maalesef ki benim kalbim de aklım da başkasındaydı. Bu yüzden Yusuf'a ümit verecek hareketlerden kaçınıyordum. Yanlış umuda kapılıp, hayaller kurmayı ve o hayallerin suya düşmesinin acısını çok iyi bilirdim. Her hareketten bir şeyler çıkarma çabasını fakat sadece kendi kuruntunun olmasının insanda açtığı yaralardan bende de vardı.

Yusuf'u es geçerek almam gerekenleri aramaya başladım. Annemin dediklerinin yanında ekstra olarak kendi sevdiğim birkaç çikolatadan da aldım.

Her şeyi kasaya bıraktım ve poşetlemesini bekledim. Poşeti elime uzatıp ücreti söylediğinde parayı uzattım. "İyi günler." diyerek çıkacakken "Leyla" demesiyle duraksadım ve ona döndüm. "Efendim?" diye cevap verdim. "Bu akşam mahallede yemek var, size de haber vermemi söylediler." dedi. Kafamı sallarken "Annemin haberi vardır büyük ihtimal ama yine de teşekkür ederim." dedim ve çıktım.



Mahallede genelde Ramazan aylarında, kandillerde, kutlamalarda, mevlütlerde ve ayda bir kere yemek düzenlerdik. Mahallenin gençleri camiden masa ve sandalyeler getirir, sokağa dizerdi. Yapabilenler yemek yapar, ortaya konulurdu. Gece geç saatlere kadar hoş sohbetler edilir, kahkahalar atılırdı. En sonunda ise mahallenin en yaşlı üyesi olan Gülnihal Teyze "Yeter bu kadar şamata, haydi herkes evine dağılsın gari." diyerek bizleri kovardı. Zaten çok yorgun olan bizlerin de işine gelir ve ortalığı toplayarak evlere gezerdik. Sohbete devam etmek isteyen evine çağırır, evinde ağırlardı.

Mesaj gelen telefonuma baka baka eve yürüyordum. "Leyla, kız Leyla!" diye bağıran Zeynep Teyzeyi duyunca durdum ve kafamı kaldırarak "Efendim Zeynep Teyze?" dedim. "Kızım annen akşama hazırlık için büyük tencere istemişti onu vereyim de götür." dedi ve hemen eve girdi. Bende kapının önüne yürümeye başladım. Geldiğinde ise elinde kocaman bir tencere vardı. Tencereyi alırken "Akşamki yemeğin amacı ne? Ayda bir yaptığımızın zamanı daha gelmedi, bildiğim kadarıyla bir kutlama tarzı şey de yok." diye sordum. Kıskıs gülerken "Söylemem, akşam görürsün." dedi. "Peki o zaman, akşam görüşürüz." diyerek yoluma devam ettim. Kocaman tencere önümü kapatırken cinnet geçirmemek için kendimi çok zor tuttum.

Eve geldiğimde ellerim dolu olduğu için kapıya tekme attım ve "Annee, ellerim dol hadi, tencereyi getirdim." diye bağırırken aynı zamanda sağ ayağımın arkasına basarak ayakkabımı çıkartmaya başladım. Annem kapıyı açıp hemen tencereyi ve poşeti aldı ve mutfağa gitti. Odama gitmek ve mutfağa gidip anneme yardım etmek arasında kalırken, annemin odama gelip iş yapmıyorsun adlı konuşmasına başlayacağını bildiğim için tıpış tıpış mutfağa gittim.

Mutfağa girdiğimde gördüğüm görüntü ile gözlerimi kocaman açtım ve "Ay yok artık sen ciddi misin anne?" diyerek anneme bakmaya devam ettim. Kadın sarma sarıyordu yahu! O kadar kişiye sarmayı nasıl yetiştirecektik?

"Öyle alık alık bakma da gel yardım et, başladık bir kere." dedi annem. Belli ki gergindi. "Bir kere de zorlanmayacağın yemek seç be kadın, bir kere!" diyerek başıma yazma almaya annemlerin odasına gittim. Yemekte sarmanın içinden saç çıkarsa evde yaşanacak olan kaosu düşününce sıkı sıkı bağladım yazmayı. Mutfağa geri döndüm ve elimi yıkayıp masaya oturdum. Yaprağı önüme alırken "Hayırdır bu akşam ki yemeğin bir sebebi var mı?" diye bir de şansımı annemde denedim. "Sürpriz, akşam görürsün" dedi ve gülerek sarmaya devam etti. Aynı kankası gibiydi bu kadında.

"Kankalarını niye çağırmadın yardıma?" diye sorarken yaprağa iç koyuyordum. Annem sarıp kenara koyduğu sarmaları tencereye dizerken "Onların da işi var kızım, nasıl çağırayım?" dedi.

Genelde bu tarz yemeklerde sarma bizde olurdu ve annemin biricik kankaları, ahiretlikleri Zeynep Teyze ile Nermin Teyze de bize yardıma gelirdi. Onlarında peşlerinde kızları Aleyna abla ile Yasemin gelirdi. Geceye kadar sarardık, ertesi gün de annem pişirirdi.

Bir süre sonra annem dedikodu için Zeynep Teyze'ye giderken sarmalarla baş başa kalmıştım. "Ah anne ah" diyerek sarmaya devam ederken yanağımdan öpülmemle sıçradım. Yeni uyanan ağabeyim uykulu sesiyle "Sarma mı yapılıyormuş burada?" diyerek tencereden daha pişmemiş olan sarmayı ağzına attı. "Önce git de elini yüzünü yıka ağabey ya, ayrıca yeme şunları mahallede yemek var yine, akşama yapıyorum." dedim ve eline vurdum. "Aman iyi be, yemedik." diyerek sandalyeyi çekti ve oturdu. "Yine neden yemek var?" diye sordu gözleriyle etrafta yemek için bir şeyler ararken. "Bende bilmiyorum, sanki devlet sırrı herkes saklıyor." dedim ve tekrar sarmaya döndüm. Ağabeyim hızlıca kafasını iki yana yatırıp, boynunu kıtlatırken "Ben bir duş alayım da yardıma gideyim o zaman." dedi ve bir kaç tane sarma alıp koşarak içeri kaçtı. "Gerizekalı!" diye bağırdım ve ağabeyime özenerek başımı sağa sola yatırıp kıtlatmaya çalıştım. Kıtlayınca da korktum ve "Ödüm koptu be." dedim. "Neyse, güne açan çiçekler gibiydik" diyerek şarkı söylerken sarma sarmaya da devam ettim.


Sarmaları pişmeye bıraktıktan sonra ağrıyan belimi tutarak aynı Gülnihal Teyze gibi yürüyerek kendimi koltuğa attım. Biraz dinlendikten sonra annemin tehditleri altında kalkarak bir de evi temizleyince üstüm başım kokmaya başlamıştı. "Anne ben duş alıp hazırlanıyorum." diye bağırdım yorgunlukla. Annem "Yavrum birazdan yemek başlar geç kalırsın." dedi son kez yemekleri kontrol ederken. "Çok geç kalmam." dedim ve duşa geçtim.

Hava ne kadar sıcak olursa olsun hep sıcak suyla duş almaya alışmıştım ve yine sıcacık duşun altında mayışmıştım. Fakat uzun uzun oyalanmamam gerektiği için hemen terimi attım. Bornozumu giyinip, aynı sadrazamlar gibi havluyu başıma doladıktan sonra koşturarak odama geçmiştim.

Üstüme koyu yeşil, askılı, dizlerimin biraz üstünde olan elbisemi giyindim. Havluyla saçlarımı kurulamaya başlasam da tam kurulanmadığı için saç kurutma makinesine geçiş yaptım. Hızlı kuruması için son ayarına kadar açıp saçımı kuruttuktan sonra kabaran saçlarıma krem sürdüm ve omuzlarımdan arkaya attım. Gönlüm çok güzel bir makyaj yapmayı isterdi fakat yemeklere yetişmem gerektiği için çok oyalanamazdım. Duştan dolayı kızaran yüzümle de milletin içine giremeyeceğim için fondöten sürdüm suratıma. Gaza gelip maskara da sürerken yüzüm çok solgun gözüktüğü için allık da sürdüm. "Tamam kızım aç kalacaksın, bu kadar yeter" diyerek kendimi durdurdum ve odamdan çıktım.

Evin kapısının yanında ki camdan sıralı masalar görülüyordu. Sokağın aldınlanabilmesi için ağaçların yardımıyla led ışıkları dizilmiş, çok güzel bir ortam hazırlanılmıştı. Gelen kahkaha sesleri ile heyecanlanırken ayaklarıma şık bir terlik geçirdim. Spor ayakkabı giymeyi isterdim fakat eksikler için defalarca eve yollanacağımı bildiğim için mecburi terlik giyindim.

Bahçeden geçerken kahkaha sesleri daha çok duyulmaya başlamıştı. Herkese topluca afiyet olsun derken gözlerim biricik kankamı Yasemin'i arıyordu. Annemin "Kızım Alparslan ağabeyine de bi tabak getir" demesiyle gözlerim hemen annemi sonra da onun yanında oturan Alparslan'ı buldu. Pardon Alparslan ağabeyi(!) "Tamam" diyip gülümsedim ve hemen eve geçtim.

Mutfağa geçtiğimde elimi kalbime koyarak mutfak camından Alparslan'ı izlemeye başladım. Gözümden yaşlar akmaya başlarken birileri görmesin diye perdeyi çektim ve bedenimi tezgaha yaslayarak ağlamaya başladım. Uzun zaman olmuştu Alparslan gideli. Kalbimin yarısını alıp gitmiş ve dönmemişti. Bu sefer ki görevi gerçekten de uzun sürmüştü ve ben neredeyse aklımı kaçırmıştım artık! Evin kapısının sesini duyunca korkuyla kapıya baktım.

Mutfağa gelen Yasemin benim ağlamaktan akan maskaramı görünce "Oy kuzum benim" diyerek yanıma geldi ve sarıldı. Sarılmasıyla ağlamam daha da şiddetlenirken bende onun beline sarıldım. "Yasemin, geldi resmen. Çok şükür Allahıma" derken kafamı omzuna koymuştum. Sırtımı sıvazlarken "Geldi canım arkadaşım benim, rahatlayabilirsin" demişti.

Biraz ağlayıp rahatladıktan sonra Yasemin beni geri çekmiş ve parmaklarıyla akan rimelimi temizlemişti. "Şimdi kendini toparla ve dışarı çıkalım. Bugün senin mutlu günün, sevdiğin adam döndü. Şimdi ağlamıyor ve o güzel gülüşünü yüzüne koyuyorsun" dediğinde gülümsedim ve tekrar sıkıca sarılarak "Seni çok seviyorum" dedim.

Bana her ne kadar "Alparslan senin ağabeyin" deselerde o benim çocukluk aşkımdı. Daha 10 yaşındaydım ona aşık olduğumda. Onu sevdikten sonra ne başkasına bakmıştım, ne de başka birisiyle sevgili olmuştum. Ama bize hep "Ağabey-kardeş" diyorlardı. Alparslan bana hiç o gözle bakmamıştı.

Ailelerimiz çok yakındı, birlikte büyümüştük adeta. Ben, ağabeyim, Yasemin, Yasin ağabey, Alparslan ve onun ablası Aleyna abla çocukluktan beri yakındık. Ailelerimiz birbirimize gözü kapalı güvenirdi. Hem Nermin Teyze hem de Zeynep Teyze ağabeyimle bana annelik yapmıştı. Annemde tabi ki onların çocuklarına.

Bende Alparslan'ın kardeşiydim işte. Bu hep böyle bilinirdi. Yasemin, Aleyna abla onun için neyse bende öyleydim.

Bir askeri sevmek zordu. Ama daha zoru ise bunu kimseye yansıtmadan acını yaşamaktı. O her göreve gittiğinde ben sessizce yatağımda ağlayarak onunla vedalaşıyordum. Her duama onu katıyor, Allah'ıma yalvarıyordum. Hakkında en ufak bir bilgiyi duymak için çabalıyordum. Sabırsızca sağsağlim dönmesini bekliyordum. Fakat kimseye çaktırmamam gerekiyordu. O her göreve gittiğinde ağlamamı kimseye açıklayamazdım. Ağabeyim desem bile kimse inanmazdı.

Şimdiye Alparslan ve mahalledeki birkaç asker daha gittikleri uzun görevden dönmüşlerdi. Mahallemiz, askerlerimizin sağsalim gelmesi için yemek düzenlemişti.

Kendimi toparladığımda eksik vardır yine diye fazladan tabak aldım ve Yasemin ile birlikte evden çıktım. Yasemin sandalyesine giderken ben Alparslan'ın yanına gittim ve ellerim titrerken tabağı ona verdim.

Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına atarken "Hoşgeldin" dedim gülümseyerek. Alparslan ise yanında konuşan Kerem'den kafasını bana çevirdi ve gülümseyerek kafasıyla onaylamakla yetindi. Moralim bozuk bir şekilde Yasemin'in yanına otururken annem "Sarmaları Leyla yaptı bu sefer" dedi. Tam o sırada ağzına sarma atan Alparslan ise bana dönüp "Eline sağlık çok güzel olmuş" dedi. "Afiyet olsun" diyip gülümsedim.

Yasemin'in kulağına eğildim ve "Annemin sarma diye tutturmasından anlamalıydım. Alparslan annemin sarmasını çok sever" dedim. "Annenin sarmasını kim sevmiyor ki?" dediğinde ise güldüm ve tabağıma ortadaki yemeklerden koymaya başladım.

Yasemin hüzünle masaya bakarken "Kıymalı börek bitti mi ya?" dedi. Tabağımda daha dokunmadığım böreği ona uzattığımda ağzında yemek olduğu için şişkin olan yanaklarıyla bana gülümseyerek böreği aldı. Masada zaten herkes birbiriyle konuştuğu için beni fark etmezler diye düşünerek dirseğimi masaya koyarak, yanağımı da avucuma yaslayarak Alparslan'ı izlemeye başladım.

Çok özlemiştim onu. Her günü ona bir şey olmasında korka korka geçiriyordum ama şükürler olsun sağsalim gelmişti. Onu gördüğüm an içimdeki sıkıntı kuş olup uçmuştu. Ben sevdiğime kavuşmuştum, her ne kadar onun bu kavuşmadan haberi olmasa da..

Çocuk yaşımda, yumruk kadar yüreğimle sevmiştim ben onu. Aşk nedir bilmeden onu sevmeyi öğrenmiştim. Her zerrem aşıktı ona. Çok defa unutmayı, aşkımı kalbime gömmeyi denemiştim. Fakat unutmak o kadar da kolay değildi. Ben bu saatten sonra kendimi bile unuturdum ama onu ölsem unutamazdım. Sesini duysam, içim huzurla dolardı. Dünyanın en huzurlu, en güzel sesi ondaydı sanki.

Ona olan aşkım, sadece dış görünüşüne değildi. Tabi ki dış görüşü de bunda etkiliydi fakat ben onun karakterini, tavırlarını, kocaman vicdanını, yolda gördüğü her hayvanı sevmesi ve yakınlarda ki marketten hemen hayvanlara bir şeyler almasını, yaşlılara karşı olan saygısını, mütevaziliğini ama aynı zamanda sevdiklerine karşı olan korumacılığını, dışarıya karşı sert gözükmesini fakat ailesinin yanında şebeğe dönüşüp şakalar yapmasını seviyordum.

Ben ona bakarken bir anda kafasını kaldırmasıyla gözgöze gelmiştik. Bir kaç saniye bakışınca panikle kafamı önüme çevirdim fakat elimi yanağımdan çekmedim. Kısa bir süre sonra yine dayanamayıp kafamı ona çevirdim ama o zaten hâlâ bana bakıyordu ve biz tekrar göz göze geldik. Ben paniklesem de o bana muzip bir ifadeyle gülümsemişti.

BANA GÜLÜMSEMİŞTİ.

Torpil


"Leyla kızım bardak getirir misin?" diyen Osman amcayla kafamı Alparslan'dan çevirdim. "Tabii" diyerek yerimden kalktım ve elbisemin eteğini düzelterek eve yürümeye başladım. Raftan bardak alırken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Az önce Alparslan ile uzun uzun bakıştık ve o bana gülümsedi değil mi?

Tamam Alparslan ile bakışıp konuşuyorduk ama bu seferki farklı hissettirmişti! Öyle normal bir bakışma değildi bu, eminim. Belki yine kendimi kandırıyordum fakat bu bakışmanın diğerlerinden farklı olduğunu hissediyordum, farklı olmalıydı!


Derin nefesler alıp sakinleştikten sonra bardak alarak masaya döndüm. Heyecandan Alparslan'a bakamıyordum bile. Bardağı Osman amcaya verdiğimde "Teşekkür ederim kızım" deyince gülümsedim ve Yasemine döndüm. Aleyna abla ile dedikodularına bende katıldığımda her zamanki gibi üçlü dedikodu seansımız başlamıştı. Bu süreçte asla Alparslan'a bakamamıştım.

Aradan geçen saatler sonrasında Gülnihal Teyzenin laflarıyla yavaş yavaş kalkmaya başlamıştık. Bizler masayı toplarken erkekler de boşalan masaları ve sandalyeleri toparlıyorlardı. İşlerim bitince ağabeyimin yanına gittim. Ağabeyimin yanında ki Kemal ağabey beni görünce "Fındık kurdu, hiç gelmiyorsun yanımıza hayırdır?" deyince gülümsedim ve "Mahalleye geldiğiniz mi var Kemal Bey?" dedim. Saçımı karıştırdı ve "Hep bir bahane bul, sen bekle ben daha senin ifadeni alacağım" dedi. "Yarın kafedeysen geleyim yanına?" dediğimde kaşlarını havaya kaldırdı ve "Birkaç saate göreve gidiyorum" dedi. Suratım düşerken "Hadi ya, dikkat et kendine olur mu?" dedim. "Ederim çitlembik, hadi evine naş naş" diye beni kovarken el salladım.

Ağabeyim elini omuzuma atarken birlikte annemlerin yanına yürüdük. Annem elinde bizim birkaç tabağı tutarken Zeynep Teyzeleri ve Nermin Teyzeleri "E haydi gelin biraz da bizim bahçede oturalım" diyerek bize çağırmıştı. Üç aile kalabalık bir şekilde bizim çardağa geçmiştik. Nermin Teyze, eşi Recep Amca, Yasin ağabey ve Yasemin; Alparslan, Zeynep Teyze, Cevat Amca, Aleyna abla ve bizim aile.

Yerime oturmadan "O zaman kahveleriniz nasıl olsun?" diye sordum. Nermin Teyze "Zahmet olmasın yavrum" dese de ısrar etmemle herkes nasıl içtiğini söylemişti. Yasemin ile birlikte eve geçtiğimizde hava soğuk olduğu için ilk önce odama geçip elbisemin boyunda, krem renkli, büyük örgülü hırkamı giydim. "Hırka ister misin?" diye bağırdığımda "Yok kanka" diye bağıran Yasemin ile odamdan çıktım ve mutfağa geri döndüm. Yasemin'in çıkarttığın iki cezveden birini aldım ve suları koyduktan sonra kahve ve şekeri de atarak önce kenarda karıştırdım. Sonrasında cezveyi ocağa koyduğumda bir elimle cezveyi tutup diğer elimi belime koyarak benimle aynı işi yapan hemen yanı başımdaki Yasemin'e döndüm.

"İsteme kahveni de yapmayı nasip etsin Allah'ım" diyen Yasemin ile "Amiiin" diyerek kahveyi karıştırdım. "Of yarın iş var ya, saat kaç olmuş" deyince "Gözlerim gidiyor artık" dedim. Yasemin iki yıllık tıbbi laboratuvar okumuş, benim aksime hemen işe başlamıştı. Ben ise kaç yıldır tıp okuyorum diye sürünüyordum.

Dün yaptığım tatlı aklıma gelince "Şu kahveye de bak da ben tatlı koyayım" diyerek kahveleri Yasemin'e kakaladım. Yasemin "Ay ikisine nasıl yetişeceğim ben?" diye panik olurken ben dolaptan tatlıyı çıkartıp tezgâha koydum. Tabakları da ayarladıktan sonra dikkatli bir şekilde tabaklara koymaya başladım.



Ben yaptığım her işe Alparslan'ı, onun fikirlerini, sevdiği şeyleri katıyordum. Saray sarması, Alparslan'ın en sevdiği tatlıydı tesadüfe bakın ki benim de en güzel yaptığın tatlıydı. Tabi ki ilk başlarda kıvamını hiç tutturamıyordum, sürekli cıvık oluyordu. Üstene düşerek sürekli denemeye başladım ve artık kıvamını tutturmayı başardım.

Sonda fazla kalan bir tanesini de Alparslan'ın tabağına koydum ve Yasemin'e yardıma kahvelere döndüm. Kaynamaya başlayan kahvenin köpüklerini fincanlara dağıtıp cezveyi tekrar ocağa bıraktım.

"Yemek de Yusuf'un sana bakışlarını fark ettin mi?" diyen Yasemin ile kaşlarımı hayır anlamında yukarı kaldırdım ve "Yusuf'u görmedim bile" dedim. Eliyle yakasını çekip bıraktı ve "Bakışlarından bana gına geldi kızım. Ben onun aşkının hiç öyle saf bir sevgi olduğunu düşünmüyorum Leyla. Altında bir art niyet var gibi" dedi. Omuz silktim "Valla benim sevdiğim belli, isterse gerçekten beni sevsin ister art niyeti olsun fark etmeyecek" dedim.

Her şey hazır olunca Yasemin kahvelerin olduğu tepsiyi, ben ise tatlıların olduğu tepsiyi alarak bahçeye çıktık. Herkese sırasıyla kahvesini ve tatlısını verirken "Elinize sağlık kızım" diyerek tatlısını aldı Cevat Amca. "Afiyet olsun" diyerek Alparslan'ın tabağını verdiğimde gözlerinden kalpler çıktığına yemin edebilirdim. Her an gurbaneey gurbaaney diye yanaklarını sıkabilirdim.

"Alparslan Bey'e torpil geçilmiş bakıyorum" deyip trip atar ağabeyime gülerek sarıldım ve yanağına bir öpücük kondurdum. "Ama ağabey hani şimdi o yeni geldi ya o yüzden öyle fazladan koydum" desem de ağabeyim kafasını çevirmişti. Ben onu yine öperken masadakilerde gülerek bizi izliyordu. Yasemin ile göz göze geldiğimizde derin bakışları yine aklımı kurcaladı.

Uzun zamandır ağabeyime böyle baktığını görüyordum. Canım arkadaşım, benimle aynı derde düşmüş ve kendisini kardeşi gibi gören adama mı âşık olmuştu yoksa? Biraz daha gözlem yapıp Yasemin'e sormayı koydum aklıma.

Ağabeyimden ayrılıp kahvemden bir yudum aldım. Böyle hepsine kahve yapmak falan beni kız istemedeymişiz gibi hissettirmişti. İstemsizce heyecanlanmıştım. Alparslan hızlı hızlı tatlısını yiyordu. Bitirince "Eline sağlık çok güzel olmuş. Şimdiye kadar yediğim en güzel Saray sarmasıydı" deyince "Afiyet olsun" demekle yetinmiştim.

Zeynep Teyze yalancı bir tavırla "Aşk olsun Alparslan, hani en çok benim yaptığımı beğeniyordun" deyince Alparslan "Valla sultanım sana rakip çıktı" diyerek kahvesini içti. "Başına bela aldın Leyla, bu şimdi hep yapmanı ister" diyen Aleyna ablaya "Sağ salim dönsün de istediği kadar yaparım" deyip tebessüm ederek Alparslan'a baktım. "Bize yok mu peki?" diye soran Yasin ağabeye "Ay tamam size de yaparım" dedim.

Annemler kendi aralarında dantel örneklerine bakarken babamlar siyasetten konuşuyor, Alparslan, Yasin ağabey ve ağabeyim ise maç muhabbeti yapıyordu. Aleyna abla ve Yasemin ile sohbete dalmıştık bizde. "Alper'in de doğum günü yaklaşıyor. Bir dönseydi İstanbul'a, plan yapardım" diyen Aleyna ablaya "Ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordum. "Ya açıkçası Alper pek hoşlanmıyor zaten kutlamalardan, büyük ihtimal evde ikimiz birlikte kutlarız" deyince "En güzeli ya" diye hak verdi Yasemin sonra derin bir nefes çekti ve "Bizim de bir kocamız olmadı ki, evde birlikte doğum gününü kutlayalım" dedi. Onun bu haline gülerken "Sen de benim doğum günümü kutlarsın" dedim. Bana tiksindiğine dair bakışlar atarken "Yeter kızım milletin sevgilisiyle, kocasıyla yaptığı şeyleri biz birlikte yapıyoruz. Artık valla sana evlenme teklifi edeceğim" dedi. Yalandan kollarımı havaya kaldırdım ve "Eveeet" dedim.

"Kızım tavlayı getir de birilerine ders verelim" diyen babamla boş fincanları hemen tepsiye koydum ve içeri gittim. Kahveleri tezgâha bırakıp döndüğümde Alparslan'ı görmeyi beklemiyordum. Bir anda onu görünce korkuyla yerimde sıçradım ve elimi göğsüme koydum. "Korkuttun beni" dediğimde gülerek "Özür dilerim" dedi. Bende güldüm ve "Bir şey mi istemiştin?" diye sordum. Elini ensesine attı ve "Ya tatlı kaldı mı daha?" diye sordu çekinerek. "Maalesef bitti" dediğimde üzgünce kafasını salladı ve "Peki" diyerek önce mutfaktan sonra evden çıktı. Arkasından "Seni yaratana kurban olurum, tatlı kalmadı diye üzüldü resmen" diyerek bende mutfaktan çıktım ve salondaki çekmeceden tavlayı da alıp evden çıktım. Tavlayı babama verdiğimde babamla, Cevat amca tavlaya başlamıştı. Kazanan ile de Recep amca oynayacaktı.



Yerime oturunca göz ucuyla Alparslan'a baktım ve düşen yüzünü görünce haline gülümseyip "Al hadi al, dokunmadım ben" diyerek tabağımı ona uzattım. Kafasını bana çevirip kısa bir süre tabağa baktıktan sonra yutkundu ve "Yok canım sende ye" diyerek beni reddetti. Reddetmesiyle kafamı yana eğerek ona baktım ve tabağı tekrar uzattım. "Canım yemek istemiyor, alır mısın lütfen?" dediğimde gözleri ışıldayarak "Madem ısrar ettin" dedi ve uzattığım tabağı aldı.

Alparslan hem tatlısını yiyor hem de ağabeyim ile Yasin ağabeyin muhabbetini dinliyordu. Yasemin'in "Kanka keşke bana verseydin tatlıyı" dediğini duyduğumda ona döndüm ve kimsenin görmemesine dikkat ederek karnına dirsek attım. Sonra tatlı tatlı gülümseyerek "Nasıl mutlu oldu gördün mü?" dedim. Elini karnına götürürken "Be insafsız, be vicdansızııın kızıı, be nankör kediiğ" diye şarkı söylemeye başladı. Gözlerimi kıstım ve işaret parmağımı ona uzatırken çok sesimin çıkmamasına dikkat ederek favori şarkımızı devam ettirdim "İnsaan bir şey söyleer". Yasemin de aynı parmağının ucunu parmağımla birleştirdi ve aynı anda devam ettik "Sevmek dedin, sevmedik mi? Aşka gönül vermedik mi? Bütün kötü huyları, hatta güzel dostları seniiin içiiin terk etmediiik miii?"

Birlikte iyice havaya girerken Alparslan ile göz göze gelmiştik. Bizim bu halimize gülerek bakıyordu. Yakalanmanın verdiği utançla kızarırken Yasemin yanımda "Bugüüüün yine bana banaa ayrılmak düşeer" diye bağırdı. Annemler "Tövbe estağfurullah" diyerek bize bir bakış attılar ve kendi işlerine geri döndüler.

Ben öyle Alparslan'a rezil olmanın verdiği utançla yerime sinerken annemin telefonun çalmasıyla gözlerimi anneme çevirdim. "Hatice arıyor, hayırdır İnşallah" diyerek telefonu açtı. Hatice Teyze Yusuf'un annesiydi, açıkçası çok da sevmezdim kendisini. Çok fazlasıyla milletin işine burnunu sokar, her gördüğü şeyi millete yetiştirirdi. Annem telefonda önce günlük şeylerden konuştuktan sonra yüzü ciddileşince bir terslik olduğunu anlamıştım. Telefonu kendinde uzaklaştırıp, eliyle hopörleri kapattı ve babama dönerek "Haticeler, hayırlı bir iş için yarın bize gelmek istiyorlar" deyince gözler bana döndü.

Babam elini sakalına atıp, sakalını kaşıyarak bana döndü ve uzun uzun baktı. İstemsizce gözlerimi Alparslan'a çevirdiğimde onunda diğer herkes gibi bana baktığını gördüm. Kaşlarını çatmış, sert bir şekilde bana bakarken gözlerimi kaçırdım.

Babama döndüm ve kafamı olumsuz anlamda sallayınca anneme dönerek "Gelmeyin dersek ayıp olur, gelin dersek de olumlu gibi olur. Şuanda öyle bir şeyler düşünmüyoruz gibi şeyler deyip geçiştir" dedi ve topu anneme attı. Sonrasındaysa bana döndü ve "Gel bakalım sen benimle" diyerek eve geçti. Yasemin destek amaçlı kolumu sıvazlayınca gülümsedim ve yerimden kalkarak tedirginlikle babamın peşinden gitmeye başladım.

Salona oturan babamın yanına gittim ve koltukta yanına oturdum. Babam derin bir nefes verdi ve dizimin üzerinde olan elimi tuttu. Bir süre yere bakarken nefesini vererek güldü ve elimi ara ara sıkarken "Annenin bana sana hamile olduğunun haberini verdiği gün bile hâlâ aklımda. Deliye dönmüştüm biliyor musun? Herkes benim bu sevincimi görmüş ve ne oldu diye sormuştu. Bir evladımın daha olacağını öğrendim, daha ne olsun? Bir de Allah'ım bana kız babası olmayı nasip etti ya o gece sabaha kadar şükür namazı kılmıştım. Benim tek oğlum, tek kızım var. İkinizin de yeri çok ayrı. Buralarda elinde bebeğiyle koşturan minik kızım gitti, yerine sürekli talibi çıkan büyümüş kızım geldi. Bana kalsa evlenme, kal bu evde yanı başımda kal isterim fakat evlilik dinin yarısını tamamlar. Yaşın 24 oldu, şimdiye kadar kaç kişi bize senin için haber yolladı ama ben bütün teklifleri geri çevirdin. Sevmediğin biriyle tabi ki evlenmeyeceksin de bütün bu geri çevirmelerinin bir sebebi var mı? Hayatında olan, ciddi düşündüğün biri var ise söyle bana kızım. Yoksa da neden evliliğe karşı bu kadar katısın?" demesiyle nutkum tutuldu.

Ah be babam, sevdiğim biri var fakat o beni o düşünceyle sevmiyor. Ben şimdi ona nasıl baba ben 14 yıldır Alparslan'ı seviyorum, o yüzden kimseyi kabul etmiyorum diyebilirim ki?

Boğazımı temizledim ve "Baba, hem biliyorsun daha üniversitem bitmedi hem de ben sevmeden evlenmek istemiyorum. Şuanda" deyip yalan söyleyeceğim için gözlerimi kaçırdım ve zorlanarak da olsa cümlemi tamamladım "Şuanda sevdiğim biri de yok. Hem evlenmek yaşa bakmaz diyen sen değil miydin? Ben sırf yaşım 24 oldu diye mi evleneceğim? Ben senin yanını bırakıp gider miyim?" diyerek babama yanaştım ve beline sıkıca sarıldım.

Omuzlarımdan sıkıca sarılarak karşılık verirken "İstediğin gibi olsun kızım, ben seni asla zorlamam. İstersen hiç evlenme hep bizimle kal" diyerek saçımı okşadı. Bu gidişle öyle olacaktı zaten be baba. Ben salak gibi Alparslan'a açılamayacağım, Alparslan da gidip birini bulacak ve evlenecekti. Ben ise evde ağlaya ağlaya yaşlanacaktım kesin.

Saçımı öptükten sonra geri çekildi ve omzuma birkaç kez patpat vurdu ve "Hadi, dışarıya geçelim" diyerek ayağa kalktı. Birlikte bahçeye çıkınca ağabeyimin sinirli olduğunu gördüm. Yasemin'in yanına oturduğumda ağabeyim sağ dizini sallarken "Bizim Yusuf'a bak hele, alttan alttan kardeşimi gözetliyormuş" deyince annem onu "Barış" diyerek uyardı.

Aleyna abla "Leyla çok güzel bir kız. Hem hamarat hem de geleceğin doktoru. Terbiyeli, edepli de bir kız. Onun tabii ki de talibi çok olacak ki oldu da" deyip beni övmeye başlayınca utanarak gülümsedim. "Baksanıza kızda ego da yok, o kadar övdüm hemen utandı" deyip yanaklarımı sıkarak bana sarılınca bende ona sarıldım.

Annem "Kim isterse istesin, benim kızımın gönlü olmadıktan sonra boşa isterler. Kızım istediği zaman, istediği, kişiyle zaten evlenir" deyince öpücük attım anneme. Annem hiçbir zaman bizi evlilik için zorlamamıştı. Her zaman kader diyerek kenara çekilmişti. Sonuçta evlenme yaşı diye bir şey yoktu, kalp ve kaderdi en önemli olanı.

Cevat amca ellerini dizine koydu ve "Saat geç oldu, biz artık kalkalım. Hepimiz çok yorulduk" deyince babam güldü ve "Kaybetmekten korktum demiyorsun da yorulduk diyorsun. Peki, bu seferlik öyle olsun" dedi. Cevat amca ona alttan alttan bakışlar atarken "Neyden korkacakmışım? Şuan kazanan kişi benim Cevdet" dedi. Biz onların bu atışmalarına gülerken diğerleri ayaklanmıştı. Herkes topluca "İyi akşamlar" derken onlar evlerine, biz de evimize geçtik.

Babam açık kalan ışıkları kapatırken ben de odama geçiyordum. Abim hemen yanımdaki odasına geçerken saçımı çekti ve koşarak odasına geçti. Arkasından saçımı tutarken "Çocuk ya, büyüyememiş ergen" diye bağırdım. "Kızım bağırma gece gece" diyen babama döndüm ve "Saçımı çekti ama" dedim. Gelip alnımı öptü ve "Tamam yarın bağırırsın ona ama şimdi geç uyu" dedi. Kafamı salladım ve yanağını öpüp "İyi geceler" diyerek odama geçtim.

Üzerime pijamalarımı giyinirken yatağıma attığım telefonumdan bildirim sesleri geliyordu. Kendimi yatağa attım ve yastıkları rahat edebileceğim şekilde ayarlayarak yatağa yayıldım. Yasemin'in attığı mesajlara bakarken ayağımla da yorganı çekmeye çalışıyordum. Biraz mesajlaştıktan sonra telefonu komodine koydum ve yorganı kafama çekerek bağa dönerek yattım.

Çok şükür Alparslan geri dönmüştü. Bugün, Yusuf'un olayının dışında ise çok güzel geçmişti. Bahçede lafın arasında belki de fark etmeden ya da önemsemeden "canım" demesini de aklımdan çıkaramayacaktım. Onun için belki gereksiz bir detay olsa da benim bu gece gülümseyerek yeni hayaller kurmama sebep olan büyük bir detaydı.

Yeni hayaller, yüzümde kocaman gülümseme ve aklımdan çıkmayan tek bir kelime: canım.

Ben bu gece ilk defa Alparslan'ı düşünürken, ağlayarak değil de yüzümde büyük bir gülümsemeyle uyuya kalmıştım.


Yıkılan Hayaller



Altıma soluk mavi bir mom jeans, üstüne de bedenime tam oturan soluk pembe bir tişört giyip, tişörtün üstüne de dün akşam ki hırkamı geçirdim. Saçlarım yine kabarmasın diye krem sürdükten sonra doğal dalgalıyken bir tarafımı önüme aldım ve diğer bir tarafını da arkama attım. Yüzüm son zamanlarda lekelenme sorunu yaşadığı için fondöten sürdüm. Peşinden her zaman ki gibi kendimi durduramayıp diğer malzemeleri de kullandıktan sonra çantamı kontrol ettim ve odamdan çıktım.

Abim işe gitmiş, annem Müge Anlı eşliğinde kahvaltı hazırlıyor, babam ise gazete okuyordu. "Günaydın." diyerek ayakkabılığa yöneldim. "Günaydın, kahvaltı yapmayacak mısın?" diyen anneme "Gitmem gerek, hastanede yerim." dedim ve öpücük atıp evden çıktım.

İlk önce üniversiteye, sonra da hastaneye geçmem gerekiyordu. Son senem olduğu için sadece hastanede intern doktor olarak çalışıyorum ama bugün bir hocam ile görüşmem gerekiyordu. Beni özel olarak çağırmış, konuşmamız gerekenler olduğunu söylemişti. Yürürken evlerinin önünde Alparslan'ı görünce saçlarımı düzelttim ve gülümseyerek "Günaydın." diyerek yürümeye devam ettim.

"Günaydın, nereye gidiyorsun?" diye sormasıysa hiç beklemediğim bir şeydi. Zaten daha bir iki adım attığım için bedenimi geri döndürdüm ve çantamın askısını tutarken "Okulda küçük bir işim var onu hallettikten sonra hastaneye geçmem gerekiyor." dedim. Kafasını salladı ve elini sakalına atıp "Bekle ben bırakırım." diyerek cevap bile beklemeden eve geçince, şaşkın bakışlarla sokağın ortasında kaldım.

Aynı yerimde onu beklerken hemen telefonumu çıkartıp kameradan tipime baktım. Rujumu ve saçlarımı düzelttikten sonra gülümseyince nasıl durduğuma baktım ve telefonu indirip gülümsememi sildim.

Alparslan elinde anahtarla geri döndü, kafasıyla arabayı işaret ederek arabayı açtı ve koltuğa oturdu. Bende yanına geçip kemerimi taktım ve "Zahmet etmeseydin." dedim. Arabayı çalıştırırken "Lafı olmaz, zaten benim de işim vardı yine çıkacaktım." dedi. "Zeynep Teyze nasıl oldu? Dün migreni tutmuştu sonlara doğru." diye sorduğumda "İlacını içti, biraz daha iyi. Dün çok gürültü vardı." dedi. "Aslında bir tekrar doktora görünmek istiyordu, bana zamanını söylese ben bir randevu ayarlardım." deyince "Benimde aklımda vardı, bu hafta için ayarlayabilirsen çok güzel olur." demişti. Kafamı salladım ve "Tamam hallederim" dedim. Bana bakıp gülümsedi ve "Sende doktor oluyorsun he. Şu hale bak, önceden sokakta koşup oynardık, hatta evcilik oynadığımızda sen hep doktor olurdun şimdiyse gerçek bir doktor olup insanların hayatını kurtarıyorsun." dedi. Bende ona gülümsedim ve "Sevdiğim insanların kayıplarına katlanamadığım için doktor olmak istiyordum aslında, çok şükür gerçekleştirebildim." dedim. "Valla ben seninle gurur duyuyorum. Cidden bak! Biz dağlarda görevimizi yapıyoruz, sen burada." dediğinde karnımda kelebekler uçuştu, aynı zamanda ise gözlerim dolunca da kafamı cama çevirdim ve gökyüzüne bakarak gözlerimin düzelmesi için uğraştım. Ona geri dönünce "Sizin yaptığınızla eşdeğer değil ki. Siz teröristleri, hainleri, katilleri öldürüyorsunuz. Ben yaşattığım insanların nasıl biri olduğunu bilmiyorum. Belki evinde karısına, çocuğuna veya da sokakta bir hayvana şiddet uygulayan biriydi. Belki eskiden terör örgütü mensubuydu, belki bu ülke için çok kötü şeyler yaptı... Ama bunları geri plana atıp sadece canını kurtarmaya odaklanıyorum. Bir keresinde, uzman doktor ile girdiğimiz bir ameliyat tam 15 saat sürmüştü! O kadar uğraştık, çabaladık ki... Kaç kez kalbi durdu ama geri döndürebildik. Çıktığımda öğrendim, meğerse 12 yaşında ki bir kıza tecavüz etmiş. O an öyle bir yıkıldım ki sana anlatamam. Keşke dedim, keşke geberip gitseymiş. Uğraştığımız onca saate yazık." dedim.



"Şerefsiz! Kendini yine de suçlu hissetme. Sonuçta senin önceliğin her zaman hastayı kurtarmak. O kişinin vadesini Allah belirler. Bende mesela bir keresinde terörist diye yakalayıp türlü işkenceler yapmıştım ama sonrasında o çocuğun zorla yanlarında tutulduğunu, onlardan da işkence gördüğünü öğrendim. Ben de bir süre kendime gelemedim, kendimi suçladım fakat ikimiz de bilemezdik. Bu yüzden ne olursa olsun kendini suçlu hissetme ve önünde yatan kişinin hayatını değil canını düşün." dediğinde kafamı salladım ve "Teşekkür ederim." dedim.

Bu konuşmadan sonra ikimizde sessizliğe bürünmüştük. Ben onun dediklerini düşünürken üniversiteye geldiğimizi fark ettim. Emniyet kemerimi çıkartırken "Çok teşekkür ederim." dedim. Okula bir göz gezdirdi ve "İşin ne kadar sürer?" diye sordu. Çantamın kulpunu ayarlarken "Bir hocayla görüşmem gerekiyor, çok sürmez herhalde. Oradan da hastaneye geçeceğim." dedim. Kafasını sallayıp "Tamam o zaman burada bekliyorum seni." demesi ise günün ikinci şokuydu.

"Gerek yok, hem senin de işin varmış. Buraya kadar getirmen bile yetti." dedim. "Zaten işin kısaymış, benim de daha zamanım var. Hadi bekliyorum." demesiyle mecbur kafamı salladım ve arabadan inip okula yürümeye başladım.

Ben daha dünü hazmedemezken bugün yaşadıklarım vücudumda şok, karnımda ise kelebek etkisi yaratırken önüme bir anda Furkan çıkınca yerimde sıçradım. "Nereye böyle güzellik?" derken yan yana yürümeye devam ettik. "Güray hocayı bulmam lazım, bir şey konuşacakmış benimle." dedim. Furkan, 2 alt dönemdeydi. Aslında yaşça daha büyüktü fakat dönemi geçemediği için asla mezun olamıyordu.

"Buluruz sıkıntı değil, sonra bir şeyler yapalım mı?" diye sordu her zamanki gibi. "Hastaneye gitmem lazım." diyerek geçiştirdim. Ellerini cebine koydu ve hafifçe bana eğilerek "Birlikte geçelim o zaman?" diye yine bir teklifte bulununca sıkıntıyla ofladım. Aklıma Alparslan'ın gelmesiyle "Başkasına sözüm var." dedim ve görüş alanıma giren Güray hocayla "Hocam!" diyerek koşmaya başladım.

"Ah, Leyla. Bende seni bekliyordum." deyince gülümsedim ve "Önemli bir şey konuşmam lazım demiştiniz." dedim. "Vaktin var mı, odamda konuşalım?" diye sorunca saatime baktım ve "Hastaneye geçmem gerekiyordu aslında." dedim. Elindeki dosyayı katladı ve "Tamam o zaman. Bu yıl birinci sınıflara bir seminer hazırlamayı düşünüyoruz. Çeşitli doçent doktorlar da konuşma yapacak fakat okul birincisi olarak senin de konuşma yapmanı istiyorum. Kasılmana gerek yok, kısa bir konuşma yeterli. Motive edersen, bölümü anlatırsan zaten bilgilendirmiş olursun. Yapabilir misin?" dedi. Heyecanlanırken "Tabii ki yaparım. Ne zaman yapılacak seminer?" diye sordum. "Şuan zamanını ayarlamaya çalışıyoruz ama büyük ihtimal bir ay sonra gerçekleşir. Sen konuşmanı erkenden hazırlarsan rahat edersin." dediğinde kafamı salladım ve "Tamamdır, iyi günler hocam" dedim.

Arkamı döndüğümde kenarda beni bekleyen Furkan'ı görsem de umursamadan yürümeye başladım. "Kime sözün var?" diye sorunca durdum ve sabır dileyerek ona döndüm ve "Neden soruyorsun?" dedim. Gevşek gevşek "Yani kızım biz varken başka kiminle gideceksin ki?" deyince "Birincisi, ben senin kızın değilim. İkincisi, kimse olmasa bile gitmek istemiyorsam seninle gitmem." dedim ve arabaya yürümeye başladım.

Alparslan arabadan inmiş, kaputa yaslanmış beni bekliyordu. Saçlarımı düzelttim ve Alparslan'ın yanına yürüdüm. Yanına gelince gülümseyerek "Gidebiliriz." dedim ve onun peşinden arabaya bindim. Bu sefer sessiz bir yolculuk sonrasında hastaneye gelmiştik. Araba durduğunda ona döndüm ve "Çok teşekkür ederim, sana da zahmet verdim." dedim mahcup bir şekilde. Alnını kaşırken "Bunu tatlıyla ödeyebilirsin bence." deyip gülünce bende güldüm ve "Memnuniyetle." dedim. Emniyet kemerimi çıkartırken "İyi günler." dileyip arabadan indim.

Hastanede forma takımımı giyindikten sonra bir tokayla saçlarımı topladım ve acile geçtim. "Günaydıın!" diyerek yerime geçerken aynı şekilde cevaplar almıştım. Günüm her zamanki gibi yorgun geçmişti. Akşama doğru hastanede, hasta yakınları arasında çıkan kavgayla sinirlerim iyice gerilirken saatimin dolmasına şükrettim ve üzerimi değiştirip hastaneden çıktım.



Bugünün üstüne bir de kalabalık bir otobüs yolculuğu eklenince resmen yere çöküp ağlayasım gelmişti! Yorgun argın otobüsten inip, mahallede yürürken market gözüme çarptı ve bugünkü sinirimin üzerine o da eklenince oraya yürümeye başladım. Yusuf yine kasadaydı, beni görünce hemen ayağa kalktı. "Sen ne yapıyorsun?" deyip sinirle ona baktım. "Ne yapıyormuşum?" dedi sanki dün gece yaşanmamış gibi. Sinirle etrafıma bakındım ve ona dönüp "Annemlere haber yollatmak ne demek Yusuf? Sana o gözle bakmadığımı sende gayet iyi biliyorsun. Daha neyi uzatıyorsun?" dedim. Sinirle kasa tezgâhına vururken "Belki dedim, belki düşünür, kabul eder. Belki oluruz. Ama sen beni dinlemiyorsun bile. Bir şans vermiyorsun ki." demesiyle "Yusuf, sana ilk ve son kez söylüyorum. Seninle benim bir geleceğimiz olamaz. Lütfen daha fazla uzatma." dedim ve marketten çıktım. Tamam, beni sevme diyemezdim sonuçta şuan Alparslan bana öyle dese ben onu sevmeyi bırakamazdım ama zorlamasının bir anlamı yoktu.

Eve geçince ayakkabılarımın arkasına basarak öylesine bir yere attım ve çekirdek çitleyerek dizi izleyen ailemin yanına geçerek "Evin en sevdiğiniz üyesi geldi canım ailem!" diye bağırdım. Kimse dönüp bana bakmazken, görmeseler de dil çıkarttım ve mutfağa geçtim.

Bugünün ödemesini yapma zamanı gelmişti sanırım. Çantamı ve hırkamı sandalyeye bıraktım ve malzemelerimi kontrol edip, ellerimi yıkayarak muhallebiyi yapmaya başladım. Alparslan isterse her gün yapabilirdim bu tatlıyı. Her ne kadar bugün götürmek istesem de tatlının olma sürecini düşününce yarın götürebileceğim için yüzüm düştü. Ama en azında yarın onu görmek için bahanem olmuştu fena mı?

Hazırladığım tepsiyi buzluğa bıraktım ve çantam ile hırkamı alarak odama geçip pijamalarımı giydim. Manyak gibi gelir gelmez o yorgunluğumun üstüne tatlı yapmıştım. Yatağımda yayılırken yüzümdeki pis sırıtışla Yasemin'i aradım. Ona bugün olanları uzun anlatırken içeriye sesimin gitmemesi için çabalıyordum. Birlikte bazı saçma sesler çıkararak kriz geçirdikten sonra TUS'u düşünüp telefonu kapattım ve panduflarımı giyerek masama geçtim. Ders notlarımı çıkartıp kaldığım yerden devam ederken yüzümdeki sırıtışı silemiyordum.

Küçükken mahallede hep oyunlar oynardık. Her oyunda da ben doktor olmak, Alparslan ise asker olmak isterdi. İkimiz de hayallerimizi gerçekleştirirken, ben kendi hayalime onu da katmıştım. Yaşadığım bu yerde, şehit haberleri, yaralanma haberleri geldikçe okuluma daha da asıldım. Alparslan'ın bir çatışmada yaralandığını öğrendikçe ağlayarak tüm dönemin derslerine çalışırdım. Erkenden bitirmek için elimden gelenleri yapsam da, yaptıklarım sadece okul birincisi olmama yetmişti. Dersler beni ne zaman zorlarsa hep onu düşünüp, çalışmaya devam ediyordum.

Ben ders çalışırken annem arada bana meyve getiriyordu. Telefonumu sessize alıp yatağımın üstüne attığım için çalışmam hiç bölünmemişti, yoksa gruplarda tonlarca mesaj geldiğini düşünebiliyordum. Boynum ağrımaya başlarken saatin üç olduğunu görmem ile notlarımı kaldırdım ve esneyerek kendimi yatağa attım.

Ertesi gün sabahın köründe uyanırken, sadece dört saatlik uykunun bana yetmeyeceğini bilsem de yapacak şeyim yoktu. Uykusuz kalmaya çoktan alışmıştım ben. Geceler boyu ders çalışmam, hastanede nöbete kalmalarım, Alparslan'ın yolunu gözlemelerim ile uyku bana adeta küsmüştü.

Hazırlanıp, çökmüş gözaltlarımla evden çıktım. Bir günüm daha hastaneyle geçerken, günün son hastasını bir türlü anlayamıyordum. "Hele doktor hanım, ha böyle başım bir gidiyi bir geliyi. Sanki kafamın içinde ha bizim horon ekibi tepiniyi." diyince yanımda olan Tuğçe ile göz göze geldik. "Amcacığım, ben size bir ağrı kesici yazacağım fakat bir rahatsızlığınız varsa şuan belli olmaz. Nörolojiden randevu almalısınız, onlar da büyük ihtimalle MR'a yollarlar." diyerek iğne yazdım ve odadan çıkan amca ile Tuğçe'yle kahkaha atmaya başladık. "Hele Tuğçe, benim artık kafamda horon tepiyler, ben gidiyrim." derken Tuğçe karnını tuttu ve kahkahaları arasında "Ta-tamam." dedi. Eşyalarımı toparladım ve hastaneden çıktım. Otobüste ayakta dikilirken aklıma gelen amcayla kahkahalarımı zor tuttum.

Eve geçip ailemi selamladıktan sonra çantamı bir köşeye fırlattım ve üstümü değiştirdim. Sarı askılı, uçuş uçuş olan sade bir elbiseyi üstüme geçirdim ve bugün resmen kafama yapışan saçlarımı düzeltmek için kuru şampuan kullandım. Makyajımda ufak düzeltmeler yaptıktan sonra odamdan çıktım ve mutfağa geçtim. Buzdolabından tepsiyi çıkartıp, soğuduğuna emin olunca güzelce tatlımı sardım ve başka düz büyük bir tabağa dizdim.

Salonda oturan anneme "Aleyna ablalara gidiyorum." diyerek evden çıktım ve ayaklarım titreye titreye Alparslanların evine yürüdüm. Kapıyı çaldığımda, kapıyı "Bir kere de anahtarını al be kızım!" diye bağırarak Alparslan açmıştı. Üzerinde siyah bol tişörtü, altında ise yine siyah bir eşofman vardı. Beni görünce mahcubiyetle kaşlarını kaldırdı ve hafifçe gülerek "Çok pardon ben Aleyna sanmıştım." dedi. Gülümseyip "Önemli değil. Ben borcumu ödemeye geldim." diyerek tabağı gösterdim. Gözleri elime inerken kalpli gözlerle tabağa bakıp elimden aldı ve tüm hevesimi kursağımda bırakan o cümleyi kurdu.

"Ben abilik vazifemi yerine getirdim ama bana hep tatlı yapacaksan, seni her gün hastaneye bırakabilirim ufaklık."








3 Şubat 2021 Çarşamba

Snorlax Ülkücü mü ?


 Es-selamün aleyküm değerli ülküdaşlarım. Bugün sizlere meşhur pokemon Snorlax'ın ülkücü olduğu hususunda ki tahminlerimi anlatacağım.

 Snorlax karakteri bildiğiniz üzere yatar, yer ve geri yatar. Benim bu karakteristik özelliklerini ülkücülüğe bağdaştırma noktam ise. Hiç bir şey üretmemesi, hiç bir şey öğrenmemesi, hiç bir şey konuşamaması ve uyandığındaki kabadayı tavrı.

 Bu karakteristik özellikleri ile aynı bir ülkücüyü andırması ve toplum üzerinde benzer etikeri olmasından dolayı kendisinin bir ülküdaşımız olduğunu düşünüyorum. 

 Sizlerde bu konu hakkındaki görüşlerinizi yorumlarınız ile belirterek ülkücü davaya katkıda bulunabilirsiniz...

2 Şubat 2021 Salı

Bücür cadı dizisindeki haydar ve adamları ülkücü mü ?


 Çocukken keyif aldığımız ve hatırlayınca derin bir ah çektiğimiz Bücür Cadı dizisi Türk televizyon tarihinin kilometre taşlarından biridir. Özellikle Haydar ve adamlarının sahneleri epeyce komik ve eğlencelidir. Hatta ara ara açıp Youtube'dan izleyenler az buz değildir. 

 Haydar ve adamları hakkında bugün sizlere kendi düşüncelerimden çıkardığım fan teorimi anlatacağım. Bana kalırsa Haydar ve yanındaki iki adamı birer ülkücü! 

 Haydar'a baktığınız zaman uzun pardesü giymesi, kaba olması, cahil olması ve katekulli işler peşinde koşması aynı bir ülkünocakları başkanı izlenimi veriyor. Haydar'ın adamlarına da baktığınız zaman patronları Haydar yani benim açımdan reisleri ne derse yapan ayrıca  düşünmeyi pek sevmeyen lişilerdir. En önemlisi eylemleri sorgulandığında verdikleri cevabın şüphesiz olarak patron dedi ( reisimiz emretti) olması tam anlamıyla bir ülkücü reaksiyon...

 Bu gibi izlenimlerden yola çıkarak bu kanıya vardım ve bir ülküdaşınız olarak bu konuyu ülkücü sitesi ortamında değerlendirerek siz dava arkadaşlarımın ilgisine sundum.

 Dizi'nin tüm bölümlerine göz atıp derinlemesine bir Haydar ve adamları incelemesi yaptıktan sonra fan teorimi detaylı şekilde devam ettirmeyi veya sonlandırmayı düşünüyorum.

Sizlerde görüşlerinizi yorumlarınız ile belirterek ülkücü davaya katkıda bulunabilirsiniz...

28 Ocak 2021 Perşembe

Türk Vatanı ve Yatanı Hakkında Faideli Bilgiler


 Türk vatanı Türk'ün atının ayağının bastığı yerdir. Bir Alman tarihçisi olan Ulrich Klever'in ifadesi ile kainatta Türk ün atının nallarının değmediği toprak parçası yoktur Ancak onlar bu yeryüzüne yayan veya bu tarihçinin deyimi ile. Tarihi varlık haline getiren sömürü tutkuları değil, insanlara ve toplumlara adalet ve hürriyet vermek suretiyle düşünce ve inanç özgürlüğü sağlamaktı."

Avrupa tarihini anlamak ve açıklamak için Osmanlı Türk tarihini bilmek gerektiği gibi, dünya tarihini Türkler olmadan öğrenmek ve değerlendirmek mümkün değildir. Türkler üzeri ne ayrıntılı araştırmalar yapan Alman araştırmacı Blumenthal ise Türkler hakkında şunları kaydeder: "Türkler denilince biz Almanlar, çoğu zaman bizde yaşayan ve Boğaz'dan (İstanbul Boğazı) gelen işçileri gözümüzde canlandırınız. Fakat son iki bin yıl içerisinde neredeyse Avrupa'nın ve Asya'nın tüm halkları, bu Türk halkları ile temas halinde oldu ve onları vahşi savaşçılar olarak tanıdılar. Lakin bu göçlerle birlikte neredeyse her zaman kültürel yenilikler ve kültürel ilerlemeler meydana gelmiş tir. Böylece denilebilir ki; Eğer Türk halkları olmasaydı, bugün Avrupa daha kötü durumda olurdu "

Türkler'in İslâmiyet'le tanışmaları, Halife Hz. Ömer döneminde başlar. Daha sonraki yıllarda Türklerin topluluklar halinde Müslüman olduğu görülür. Hz Muhammed (s.o.s.)'in amcası Hz. Abbas'ın küçük oğlu Hz. Kusem'in türbesi, bugün Özbekistan'ın Semerkant şehrindedir. Türkler, Müslüman olduktan sonra tarihte büyük imparatorluklar ve medeniyetler kurmuşlardır.

Bugün Türklerin yoğun olarak yaşadığı topraklara Türk ülkesi ve bu ülkelerin tümüne "Türk Dünyası" adı veriliyor. Türk Dünyası'nın dil, din, irk, kültür ve medeniyet bakımından ortak paydaları vardır.

Isıg Köylü Türkler'in Batı macerası da emperyalist değildir. Her maceranın bir başlangıcı, belli süreçleri ve sonu vardır. Batı, Türklerin Batı'ya gelişini hâlâ bir maceradan ibaret sananlar var.

25 Ocak 2021 Pazartesi

Büyük balık, küçük balığı yutar




 Ancak bu konuda, bütün suçu istismarcılara ya da bilme den onların eline düşen zavallılara yüklemek doğru değildir. Öyle ise ülkede, böylesine bir istismar ortamının doğmasına sebep olanlar suçludur.

Kabul etmek gerekir ki; "Değerli olan bir şeyin sahtesi de olur?" Yani, altının sahtesi olur, tenekenin sahtesi olmaz. Haki kişinin bulunmadığı yerde, işte o sahteler ortaya çıkar.

Türk halkı için din, büyük bir değerdir ve değerlerin en büyüğüdür. Eğer ülkede, tarihin hiçbir döneminde görülmedik şekilde sahte şeyhler türemişse, din eğitimi alanında büyük boşluk var demek tir. Bu boşluk doldurulmazsa, bundan yararlanmak isteyen açıkgözler azalmayacak, tam aksine, daha da çoğalacaktır.

Biz burada, halkımızın, dine olan ilgisini tartışmıyoruz. O ilgiye layık olacak şekilde din bilgisi verilmediğini, bunun da toplumda huzursuzluğa yol açtığını söylüyoruz. Milletin dine olan ilgisi, eğer doğru bilgilerle beslenmez, doğru yönlendirilmezse, bu potansiyel ihtiyaç, hiç arzu edilmedik şekilde, başka dinler ve yabancı ideolojiler tarafından karşılanır. Milli birlik ve bütünlük asıl o zaman paramparça olur. Bunun için, fırsat kollayan odaklar da yok değil.

Dinimiz, milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü yaratan, koru- yan, yaşatan ve yaşatacak olan en büyük gücümüzdür. Onu koru maya ve canlı tutmaya mecburuz.

Bizi bu mecburiyete zorlayan çok ciddi gelişmeler ve sebepler var.

Şöyle ki: "Büyük balık, küçük balığı yutar" derler.

Denizler için söylenmiş olan bu söz, artık gökler için de geçerlidir, çünkü iletişim teknolojisi kıtalar arasından da öte, yıldızlar arası bir boyut kazanmıştır. Bunun, bütün diller, dinler ve kültürler için büyük bir tehdit oluşturduğu kabul ediliyor. Bu yeni teknoloji sayesinde büyük milletlerin, küçükleri yok edeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Bu yüzden, yirmi birinci yüzyılın, yeniden dine dönüp çağ olacağı, kaçınılmaz gibi görülüyor.

21 Ocak 2021 Perşembe

Reis Gladio'nun Türk Tetikçisi



ÖNSÖZ


"Susurluk kazası" olduğunda birimiz bir TV kanalında, birimiz bir günlük gazetede çalışıyorduk. Ama görüşmediğimiz ya da telefonlaşmadığımız gün yok gibiydi: "Üstad sende ne var?" "Pek bir şey yok usta, ama senin torba dolu galiba..."


Aradan birkaç ay geçmiş, arşivler yayınlanan ve yayınlanmayan belgelerle dolup taşmıştı. Kurban bayramının az öncesiydi. Doğan Yurdakul başka bir yayın organına geçmek için işyerinden henüz ayrılmıştı ki, Soner Yalçın kapısını çaldı: "Aman üstad, birkaç ay yeni bir işe başlama, kitap yazacağız!" "Ne kitabı usta?" "Abdullah Çatlı'nın yaşam öyküsü..." "Dur, boğazımı sıkma, bayramda dinlenirken biraz düşüneyim..." *** Abdullah Çatlı ismi, ikimize de yabancı değildi.


Doğan Yurdakul 1970'li yıllarda gazetecilik yaparken başta Bahçelievler katliamı olmak üzere birçok olayı yakından izlemişti. Soner Yalçın ise Türkiye'ye döndüğünü duyduğu 1991 yılından beri Abdullah Çatlı'nın peşindeydi. Çatlı'nın eski arkadaşlarının işyerlerinin, bürolarının kapılarını çok aşındırmıştı. "Bekle hele, zamanı gelince seninle buluşturacağız" yanıtını almıştı sürekli. Sonra araya "Binbaşı Ersever", "Hangi Erbakan", "Behçet Cantürk'ün Anıları" gibi çalışmalar girince Çatlı unutulup gitmişti... İşin ilginç yanlarından biri de, gazeteci olarak tanıklığını yaptığımız dönemlerin birbirini tamamlamasıydı. Doğan Yurdakul 1960 ve 70'li yılların olaylarını gazetecilik yaparak içinde yaşamış, 1980-90 arasını yurtdışında geçirmişti. Soner Yalçın ise Yurdakul'un Türkiye'de olmadığı 1980'li yılları gazetecilik yaparak yaşamıştı.


Tekrar bir araya geldiğimizde farkettik ki, meğer ikimiz de kendi köşelerimizde Susurluk'la ilgili belge ve bilgilerin yok olup gitmesine kahrolup dururmuşuz. Karar verildi, kollar sıvandı. 1 Mayıs'ta kitabın planı yapıldı.


Kimlerle görüşülmesi gerektiğinin listesi çıkarıldı. İkimizin ayrı ayrı tuttuğu arşivlerde yığılmış malzeme üst üste konulunca insanın gözünü korkutan "kâğıttan bir dağ" çıktı ortaya. Bu kâğıt yığını elden geçirildi, sınıflandırıldı, kitabın bölümlerine göre ayrıldı ve iki koldan işe girişildi. Abdullah Çatlı gibi, 40 yıllık yaşamına birçok esrarengiz olayı sığdırabilen bir kişinin izini sürmek hiç de kolay olmadı. Bu öykünün bize Türkiye'nin en hareketli yıllarının bir fotoğrafını çıkaracağını biliyorduk. Ama son noktayı koyduğumuzda fotoğrafın ne kadar netleşeceğinden emin değildik.


Bu tür araştırmaları yapanların sık sık duydukları, "herkesin bildiklerini tekrarlamak" endişesine bizim de düştüğümüz zamanlar oldu. Ama bu "herkesin bildiği şeyler" darmadağındı, kopuk kopuktu, bir sürü davanın iddianamesinde ve kararlarında bu kalıp unutulmuştu, televizyon ekranlarında bir görünüp bir kaybolmuş, gazete sayfalarında kalıp tozlu arşivlere kaldırılmıştı.


Unutulup gitmesinden korktuğumuz bilgilerin, belgelerin, gazete haberlerinin, makalelerin, kitapların hepsini büyük bir titizlikle inceledik, "gözden kaçmış bir şey kalmasın" diye tekrar tekrar okuduk. Bir örnek vermek gerekirse, Uğur Mumcu'nun konumuzu ilgilendiren çalışmalarının değişik baskılarını bile "acaba aralarında bir fark var mıdır" diye ayrı ayrı gözden geçirdik.


Olayların en yakın tanıklarıyla ve bizzat yaşamış olanlarla saatler süren görüşmeler yaptık. Fransız gazeteci Jean-Marie Stoerkel'in henüz Türkiye'de yayınlanmamış olan "Saint Pierre'in Kurtları" kitabının konumuzu ilgilendiren önemli bölümlerinden yararlanırken, yazarın kendisiyle de tanıştık ve görüştük. İzlemiş olduğu duruşmalar ve incelemiş olduğu belgeler hakkında bilgi aldık. Bu tür bir araştırma çalışması yapanların zaman zaman kapıldıkları başka bir endişe de, ele aldıkları kişi ve kişilere karşı önyargılı davranıp davranmadıklarıdır.


Doğrusunu isterseniz, biz de kitabın yazımı boyunca bu konuda kendimizi sık sık sorguladık. Bilgisine başvurulan kişilerin başlarından geçen dramatik olayları yeniden yaşayarak anlatmaları karşısında duygusuz kalmak olanaksızdı. Çatlı ailesiyle görüşürken ister istemez onlarla aynı duygusal ortamı paylaşıyorsunuz. Gökçen ve Selcen Çatlı'nın odalarında babalarından kalma hatıra eşyalarla bir köşe yaptıklarını görünce duygulanıyorsunuz. Ama Bahçelievler katliamında oğlunu kaybeden bir babayı dinlerken aynı duygusallığı bu kez de onunla yaşıyorsunuz ve bu canavarlığı yapanlara içinizden lanet okuyorsunuz.


Zaten gazeteciliğin, araştırmacılığın en zor yanı da, kişinin duygularına teslim olmaması değil midir? Biz de öyle yapmaya çalıştık. Önyargısız olarak bütün dikkatimizi olgulara verdik. Elbette son karar okuyucunun olacaktır. Abdullah Çatlı'nın yaşamını ele alan bu kitap, salt bir biyografi değildir. Çatlı'dan ve çevresinde meydana gelen olaylardan yola çıkarak, Türkiye'nin yakın tarihinin belli bir kesitini ele almaktadır.


Bir "bulgular" kitabı olmaktan çok "olgular" kitabıdır. Bu yoğun belge çalışması içinde kuşkusuz bazı yeni bulgulara da ulaştık. Olayda şimdiye kadar fark edilememiş eksik halkalar buldukça, bunları da yine belgelere dayandırarak okuyucuya sunduk. Her iddianın belgesini aradık. Üzerinde tartışıp sonuca varamadığımız, ya da belgeleyemediğimiz iddiaları, soru işaretli olarak okuyucunun bilgisine, konuyla ilgilenen başka araştırmacıların dikkatine sunduk.


Kitabın hazırlanmasında bilgilerinden yararlandığımız tanıklara ve yardımlarını esirgemeyen meslektaşlarımıza teşekkür borçluyuz:


Zeki Çatlı, Meral Çatlı, Gökçen Çatlı, Ali Şerit, Yılma Durak, Esat Bütün, Hanefi Avcı, Can Özbay, Doğan Yıldırım, Tahsin Gürdal, Ferruh Sezgin, Hikmet Çiçek, Melih Aktaş, Ceyhan Mumcu, Taner Kaygusuz, Ünal İnanç, Rafet Ballı, Doğan Duyar, Hakan Aygün, Engin Benli, Ahu Özyurt, İrem Barutçu, Nail Bulut, Sinan Onuş, Faruk Güçlü, Yüksel Şipka, Enis Berberoğlu, Yalçın Bayer, Jean-Marie Stoerkel, Cüneyt Özdemir ile TBMM Kütüphane Müdürü Ali Rıza Cihan ve mikro film bölümü çalışanları... Adlarının yazılmasını istemeyen devlet görevlileri, bazı ülkücüler ve yeraltı dünyasından isimlere de katkılarından dolayı ayrıca teşekkür ediyoruz. Soner Yalçın - Doğan Yurdakul Ankara, Eylül 1997.




BİRİNCİ BÖLÜM (1956-1974)





Nevşehir. 1956 yılının Nisan ayı... Çatlı ailesinin oturduğu Aksaray Caddesi'ndeki iki tarafı bahçeli konakta büyük bir telaş var. Heyecan ve telaşın nedeni, evin ortanca oğlu Ahmet Çatlı'nın eşi Remziye'nin doğum yapıyor olması. Doğacak çocuk merakla bekleniyor. Çünkü Ahmet'in ilk üç çocuğu kız. Anadolu'da erkeğe büyük önem verildiğinden dördüncü çocuğun artık erkek olması isteniyor. Dışarıda gök gürlüyor, şiddetli bir yağmur var. Sonuçta beklenen an gelir. Ebe, evin bahçesinde bekleyen erkeklere bağırır: "Müjdemi isterim, erkek!" Anne Remziye derin bir soluk alır. Nihayet eltilerine ve mahalleli kadınlara karşı başını eğmeyecektir; artık bir oğlu vardır!.. Ahmet ve Remziye Çatlı çifti, ilk doğan çocuklarına Zehra adını vermişlerdi. Zehra yaşına basmadan öldü... Zehra'dan sonra iki çocukları daha oldu. "Talihsizlik;" ikisi de kızdı; Mediha ve Hadiye... Üç kız çocuktan sonra dünyaya gelen erkek evlat, Çatlı ailesine yepyeni bir heyecan getirdi. Çocuğa isim bulmakta zorlandılar. Kalabalık Çatlı ailesinde her kafadan bir ses çıkıyor, herkes değişik isimler öneriyordu. Sonunda dede Hacı Mehmet'in isteğiyle iki isim üzerinde uzlaşıldı: Emrullah ve Abdullah! İki aday isim, iki ayrı beyaz kâğıda yazıldı. Dedenin fötr şapkasının içine kondu. Kâğıtlar karıştırıldı. Dede, şapkadaki kâğıtlardan birini çekip okudu; Abdullah! Küçük Abdullah doğumundan bir buçuk ay sonra nüfusa kaydedildi. Nüfus memuru, Çatlı ailesinin defterdeki bölümünü açıp yazmaya başladı: 01.06. 1956. Hane no: 84, Sahife 155, cilt 25... Çatlılar... Hacı Mehmet Çatlı, Nevşehir yöresinde tanınmış bir isimdi. Tanınmışlığı mahalle mahalle dolaşarak kalaycılık yapmasından ileri geliyordu. Hacı Mehmet aynı zamanda şıhtı. Yıllar önce Nevşehir'deki Çat adlı köyde toprakları karınlarını doyurmaya yetmeyince tası tarağı toplayıp ailesiyle şehre göç etmişti. Hacı Mehmet, Nevşehir'e geldiğinde, kent nüfusunun üçte birini oluşturan Rumlar'ın Yunanistan'a göç etmesi nedeniyle, onlardan kalan bir konağa yerleşti... Soyadı kanunu çıktıktan sonra, köyünün adını aldı: Çatlı. Kalaycılığı askerde öğrenmiş, Mustafa Kemal ile birlikte Trablusgarp'ta bulunmuştu. Anlatılanlara göre, 5 yıl Atatürk'ün topçuluğunu yapmıştı. Hatta gösterdiği kahramanlık nedeniyle kendisine gümüş kaplı bir kılıç hediye edilmişti. Hacı Mehmet'in bir başka özelliği ise avcılığa meraklı olmasıydı. Çok iyi bir atıcıydı. Abdullah Çatlı'nın dünyaya geldiği iki katlı evin reisi, dede Hacı Mehmet'ti. Ev kalabalıktı. Hacı Mehmet, oğulları ve gelinleriyle oturuyordu. Üç oğlu; Salih, Derviş ve Ahmet... Üçü de nakliyecilik yapıyordu...
Kamyonları vardı, adı Azimli... Azimli, Anadolu'nun tozlu yollarında yıllarca yük taşıdı. Abdullah Çatlı, Ahmet-Remziye çiftinin yaşayan üçüncü çocuğuydu. Onu Zeki takip etti. Beşinci ve son kardeş ise yine bir kızdı: Hülya... Beş çocuğun içinde Abdullah'ın yeri annesi için hep farklı oldu. Çünkü Abdullah, annesinin başını eğilmekten kurtarmıştı. Remziye Hanım büyük oğluna düşkünlüğünü her fırsatta gösterirdi. Sanki en çok onu öpüp okşardı... Anadolu'da babanın çocuklarını kucağına alıp okşaması ise ayıp sayılırdı. Bu geleneğin, Abdullah Çatlı'ya da sinmiş olduğu, yıllar sonra kendi çocukları olduğunda görülecekti. Menderes sevgisi 27 Mayıs askeri müdahalesi olduğunda küçük Abdullah dört yaşındaydı. O sabaha karşı dedesi Hacı Mehmet'in radyodan dinlediği ihtilal bildirisini okuyan sesin sahibinin, Albay Alpaslan Türkeş'in, gelecekteki yaşamında ne kadar büyük bir rol oynayacağını elbette bilemezdi... Adnan Menderes hükümetinin askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılması, Demokrat Parti sempatizanı olarak bilinen Çatlı ailesinde üzüntü yarattı. DP'li bakanlar ve milletvekillerinin tutuklanıp Yassıada'ya gönderilmeleri, uzun süren yargılamalardan sonra da Başbakan ile iki bakanın idam edilmesi bu üzüntüyü daha da artırdı. Çatlılar yaşamları boyunca hep sağ partilere oy verdiler... İlkokul Abdullah Çatlı, küçüklüğünden beri hep farklı bir çocuk oldu. Mahalledeki oyunları o tayin etti. Nerelere gidileceğini hep o söyledi. Örneğin, Nevşehir'in tarihi kalesine gidilip oyun oynanacaksa, buna kendisi karar veriyordu. Daha küçücükken maceraya düşkündü. Nevşehir çevresindeki kale, külliye, han yıkıntılarına gidip oyun oynamayı çok severdi... Sevmedikleri de vardı; patlıcanlı yemekleri ağzına bile koymazdı! Ama etli biber dolmasına bayılırdı. Bir de Kızılırmak'tan tutulan alabalıklara... Yıl 1963... Abdullah Çatlı evlerine yakın olan Gazi İlkokulu'nda öğrenime "merhaba" dedi... Okul numarası 64'dü. Sokaktakinin tersine okulda göze batan bir öğrenci değildi. Öğretmenleri Abdullah'ın o günlerini pek hatırlamıyor. İçine kapanıktı. Ama o da diğer çocuklar kadar yaramaz, diğer çocuklar kadar oyun düşkünüydü... Nyssa, Nisa, Nevşehir İlkokulda gördüğü dersler arasında, ona, içinde yaşadığı kentin doğal yapısı, tarihi, ekonomisi de öğretiliyordu. Doğduğu şehrin, Göreme Vadisi'ndeki peri bacaları sayesinde bütün dünyada tanındığını öğrendi. Anadolu'dan geçen kavimlerin çoğunun, Hititler, Frigyalılar, Medler, Persler'in, onun kentinde de uygarlıklar kurduklarını... Selçuklu egemenliği altındayken Haçlı Seferleriyle yakılıp yıkıldığını... Çok eskiden Nyssa, sonra da Nisa denilen kentin Osmanlılara kadar bu adla geldiğini... Doğduğu şehrin, Nisa'nın Muşkara köyünden çıkan Muşkaralı İbrahim'in, Padişah tarafından Damat İbrahim Paşa adıyla sadrazamlığa getirilmesiyle, 1726'da "yeni kent" anlamına gelen Nevşehir adını aldığını... Gün gelip kendisinin de bu kentin ününe katkıda bulunacağını o günlerde nereden bilebilirdi? Başbuğ Türkeş...



Abdullah Çatlı henüz ilkokul sıralarındayken, Ankara'da da Irkçı-Turancı bir akım, partileşme sürecine giriyordu. 1960 askeri hareketinin "Kudretli Albay"ı Alpaslan Türkeş, kendisi gibi Irkçı-Turancı görüşleri taşıyan ve "14'ler" adı verilen subay arkadaşlarıyla birlikte, 13 Kasım 1960'da bir iç darbe ile Milli Birlik Komitesi'nden uzaklaştırılmış, yurt dışına sürgüne, Hindistan'a gönderilmişti. İki yıl sonra Türkiye'ye geri dönmüştü. Albay Türkeş, artık ordu içinde güçsüzdü, ekibi tasfiye edilmişti. Darbe yolunun kapandığını görünce, sivil siyaset arenasına girerek iktidar olmayı istedi. Cuntacı arkadaşlarıyla birlikte önce yeni bir parti kurmayı düşündüler, vazgeçtiler. Bir partiye girip onu ele geçirmeyi planladılar. Kudretli Albay Türkeş 31 Mart 1965'te, milliyetçi, muhafazakâr bir kırsal orta sınıf partisi olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne büyük bir törenle girdi. Yalnız değildi; beraberinde sürgünden dönen arkadaşlarından bazıları da vardı. Türkeş ve arkadaşları CKMP'de yer almalarıyla birlikte, AP'den iki milletvekili koparmışlardı: Mustafa Kemal Erkovanlı ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu. Alpaslan Türkeş ve ekibi, Parti'ye geldiklerinde iki küçük grupla birleştiler. Eski CKMP gençleri ve 21 Mayıs mağduru emekli Harbiye öğrencileri... O günlere kadar, "Komünizmle Mücadele Dernekleri" çatısı altında bulunan gençler de CKMP saflarına geçmeye başladılar. AP'den gelenler beraberlerinde teşkilatçılığı getirmişlerdi. Emekli Harbiyeliler ise sıkı disiplini. Ve bu birleşme kısa sürede meyvesini verdi. Çok değil, beş ay içinde CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı istifa etmek zorunda kaldı ve partinin 1 Ağustos 1965 Kongresinde Türkeş rakiplerini ezip geçti. Türkeş, ileriki yıllarda Türkiye'nin oldukça yakından tanıyacağı, kongre salonundaki tuğla kırmızısı pazubentli, liderine ölesiye bağlı ülkücülerinin sayesinde en yakın rakibinin 516 oyuna karşın aldığı 698 oyla CKMP'nin yeni Genel Başkanı oldu. Genel Başkan Yardımcıları eski CKMP'lilerdi. Ama Genel İdare Kurulu, Türkeş'le birlikte gelen kadrodan oluşuyordu: Gökhan Evliyaoğlu, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Ahmet Er, Mustafa Kaplan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Rıfat Baykal, Numan Esin, Mustafa Kemal Erkovanlı... Genel Başkanlık koltuğuna oturan Türkeş, "dokuz ışık doktrinini"[ ]1 ve "Başbuğ"luğunu ilan etti. Nazi örneği bir parti İspanya'da Franco'ya "Coudillo"; Almanya'da Hitler'e "Führer", İtalya'da Mussolini'ye "Duçe", Türkiye'de ise Alpaslan Türkeş'e diğerleriyle aynı anlama gelen "Başbuğ" diyordu partili arkadaşları. Türkeş partinin örgütlenme modelini Alman Nazileri'nden aldı; Obalar, oymaklar... CMKP artık, antikomünistlerin kalesiydi. Başbuğ Türkeş ünlü söylevini verdi o yıllarda: "Davadan döneni vurun!" Türkeş'le birlikte partinin programında da değişiklik oldu. Türkçülüğün yanına Müslümanlık da eklendi. Yeni ideoloji Türk İslam Sentezi'ydi! "Bozkurt" yerini "Üç Hilal"e bırakmıştı.. Yeni tez partiden kopmalara neden oldu.


Kalpak giyen, sarkık bıyıklı "Bozkurtlar", Türkeş'e ve "Üç Hilal"e bayrak açıp, "Türklerin Araplaştırılarak benliklerinden uzaklaştırılıp, Osmanlı yapılacağını" söyleyerek partiden uzaklaştılar... MHP'deki "Bozkurtçu", "Hilalci" tartışmaları sonunda katıksız bir Türkçü olan Ankara Ziraat Fakültesi öğrencisi Ali Balseven'in hayatına mal olacaktı. "MHP artık Türkçü bir parti değildir" diyerek partiden kopan Ali Balseven, Ankara Kurtuluş Parkı'nda "davadan döndü" denilerek öldürüldü!...[ ] 3 Ortaokul "Türk İslam Sentezi"nin temellerinin atıldığı o tarihlerde, Abdullah Çatlı kız kardeşleriyle birlikte evlerinin karşısındaki caminin imamına Kur'an öğrenmeye gidiyordu. Yeni yeni oruç tutmaya başlamıştı. Aynı zamanda, Şıh olan dedesinden de din dersleri almaktaydı... 1966 yılında Merkez Ortaokulu'na başladı. Bu kez okul numarası 211'di. Aynı yıllarda futbola merak sardı. O yıllar mahalle arasında top koşturarak hızla geçip gitti... Ortaokulun son yılında kahveye gitmeye ve sigara içmeye başladı... Babasından çok dayak yemesine rağmen, yine de sigarayı bırakmadı. Çünkü sigara, bulunduğu yörede erkekliğin simgelerinden biriydi... Ve 60'lı yılların sonu... Türkiye kabuk değiştiriyor, ülke hızla kapitalistleşme sürecine giriyor, taşra kentlerinde feodal yapı çözülmeye başlıyordu. Geleneksel aile yapısı dağılıyor, iki katlı konakların yerini giderek yüksek apartmanlar alıyordu. Abdullah Çatlı ortaokul son sınıfta iken yeni evlerine taşındılar. Çatlı, "Bozkurt" sözcüğü ile ilk kez, yeni taşındığı bu mahallede tanıştı. Mahallenin adı Bozkurt'tu!... Kapucubaşı semtindeki yeni ev, eskisi gibi bahçesi ve birçok odası olan iki katlı bir konak değil, bir apartman dairesiydi. Zaten artık Abdullah Çatlı amcalarıyla birlikte oturmayacaktı. Çatlılar'ın geleneksel ailesi parçalanmış, her amcası ayrı bir eve taşınmıştı. O yıllar ekonomik ve kültürel değişimin yıllarıydı... Ahmet ve Salih Çatlı kardeşler nakliyatçılığı bırakıp, şehir merkezinde kiraladıkları bir dükkanda, çimento, gübre ve kükürt satmaya başlamışlardı. Amca Derviş Çatlı ise nakliyatçılığa devam etmekteydi. Dede Hacı Mehmet, hem yaşlılığından, hem de bakır kapların yerini artık cam, porselen ve plastiklerin almaya başlaması sonucu, kalaycılığı bırakmak zorunda kalmıştı... Ölümle ilk karşılaşma Buluğ çağına giren Abdullah Çatlı, 1969 yılında Nevşehir lisesinde öğrenime başladı... Başına buyruktu. Kimseyi dinlememekteydi... Kızılırmak Nehri asırlardır, Nevşehir'in birkaç kilometre uzağındaki Avanos ilçesinin topraklarını sulayıp Kırşehir'e doğru yol alır... Küçük Abdullah'ın da en büyük zevki, yüzmek ve balık tutmaktı. Arkadaşlarıyla grup yapıp özellikle hafta sonlan Avanos'a giderek, akşama kadar Kızılırmak'ta balık tutup, yüzerlerdi. Abdullah Çatlı'nın suya girdiği yerler, daha çok "çark" adı verilen, nehrin küçük girdaplarla dönemeçler yaptığı yerlerdi. Buralarda yüzmek oldukça tehlikeliydi. Abdullah Çatlı bundan çok keyif alırdı. Ama bu zevk, onu bir gün ölümle burun buruna getirdi. Arkadaşlarının sayesinde boğulmaktan kupayı kurtuldu. Ölüm korkusuyla ilk tanışması Kızılırmak'ta oldu. Bu duygu Abdullah Çatlı'nın daha temkinli davranmasına yol açtı. Bir süre, yüzmek için, yine Nevşehir'e çok uzak olmayan Gülşehri ilçesindeki belediye motelinin havuzuna gitmeye başladı. O sıralarda hemen her gününü Park Gazinosu'nda geçirir, bilardo ve tavla oynardı. Kavgacı ve sinirli bir yapısı vardı... Okulun bando takımında nefesi güçlü olduğu için şef yapılmıştı. Bir gün bayrama hazırlık yaparlarken, gencin biri trampet takımındaki bir kız öğrenciye laf attı. Çatlı kızı tanımıyordu, ancak "aidiyet" duygusuyla laf atan gencin kafasına o anda elindeki borazanı geçirdi! "Namus" kavramı en yüce değerdi. Ablası Mediha nişanlandığında başına gözcü olarak küçük Abdullah kondu. Nişanlılar nereye gitse, Abdullah da peşlerine takılıyordu. Anadolu'da gelenekti, nişanlılar evlenmeden önce elele bile tutuşamazlardı. Gençlerin birbirine sokulmamaları için evdeki küçüklerden "gözcü" olarak yararlanılırdı. Abdullah Çatlı ilk "gözcü"lüğünü ablası Mediha için yaptı!... İmam nikahı İlk şiirini komşu kızı Meral Aydoğan için yazdı... Bozkurt Mahallesi'nde oturan Aydoğan ailesi ile Çatlı ailesi kapı komşusuydu. Evlerinin pencereleri karşı karşıyaydı. Henüz buluğ çağındaki Abdullah ile Meral'in aşkı, pencere önünde kaçamak bakışmalarla başladı. Ancak pencere önünde birbirine sıcacık bakan iki genç, sokakta devamlı kavga ediyorlardı. Sonunda kavga etmeyi bıraktılar. Artık Abdullah Çatlı şiirler yazıyor, aşkına gönderiyordu. Sürekli yoğun aşk temalarının işlendiği Türk sanat müziğini dinliyordu. Özellikle Yaşar Özel'in sesini çok seviyordu. Meral'in babası İhsan Aydoğan'ın iki karısı vardı. Meral, ilk eş Saime'nin dört kızından biriydi. İkinci eş Neriman'ın da dört çocuğu vardı.[ ] 4 Üçü öz, dördü üvey yedi kardeşin bakımıyla ilgilenmek zorunda olan Meral, bu nedenle ilkokuldan sonra okutulmadı. Ev işlerine bakıyor ve hayırlı bir kısmet bekliyordu. Abdullah ile gizli buluşmalarının birinde, bir mobilyacının kendisini istemeye geleceğini söyleyince, evlenme takvimlerini öne aldılar. Abdullah, komşu kızı Meral ile evlenmek istediğini önce annesine söyledi. Annesi yaşının henüz çok küçük olduğunu, liseyi bitirdikten sonra evlenmesinin daha doğru olacağını söyleyince, Abdullah buna ikna oldu. Lise birinci sınıfta nişanları yapıldı. Nişanla birlikte imam nikahı da kıyıldı... Komando kampları ve "düzmece" rapor Abdullah Çatlı'nın başında kavak yellerinin estiği o yıllarda, CKMP'nin Türkeş ve arkadaşlarının eline geçmesinden itibaren, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde, kamuoyundaki yaygın adıyla "komandoların" varlığından bahsedilir, ağırlığı duyulur olmuştu. 1965'te kurulan MTGT (Milliyetçi Türk Gençlik Teşkilatı) ilk hedefinin, her fakülte ve yüksek okulda yeni dernekler kurmak olduğunu açıklamıştı. Umulmadık ölçüde gelişme göstermeye başlayan bu dernek daha sonraki yıllarda adını tüm yurda duyuracak olan "Ülkü Ocakları"na dönüştürecekti. 1967 yılının sonları ile 1968 yılı başlarında, Ülkü Ocakları süratle yayılmaya başladı. Bilinen ilk eylemlerini 31 Aralık 1968 tarihinde gerçekleştirdiler. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci yurdunu bastılar. Daha sonra eylemlerini sıklaştırdılar. Solcu kitapları satan yayınevlerini basmaya, camlarını kırmaya başladılar. İçlerinde Ankara ülkücü gençliğin lideri Yılmaz Yalçıner[ ]5 gibi daha radikal eylemler yapmak gerektiğini söyleyenler vardı. Bunlar solcuların artık "çok fazla ileriye gittiğini" söyleyerek, "hemen bertaraf" edilmesini istiyorlardı. Ancak o yıllarda ülkücüler şiddetten ziyade örgütlenmeye ağırlık verdiler... Sosyalistlerin Fikir Kulüplerine, CHP'lilerin Sosyal Demokrasi Dernekleri'ne karşılık, artık her yüksek öğrenim kuruluşunda bir Ülkü Ocağı vardı. 1969'da federasyon gerçekleşmiş. 1969'da liseli gençleri örgütlemek üzere Genç Ülkücüler Teşkilatı da kuruldu ve kısa zamanda şube sayısı 400'ü aştı. Gazetelerde her gün "komando kamplarıyla" ilgili haberler ve fotoğraflar yer alıyordu. 19 Ağustos 1968 tarihli gazeteler CKMP lideri Türkeş'in bir demecini yayınladılar: "CKMP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş bugün Haber Ajansına verdiği demeçte, CKMP'nin komünistlerle mücadele için komando birlikleri kurduğunu açıklamıştır. Türkeş, Ankara ve İzmir'de kurulan komando birliklerinin Genel İdare Kurulu üyesi Dündar Taşer'in nezaretinde, her gün sıkı eğitime tabi tutulduğunu bildirmiştir. "Türkeş komando eğitimi ile ilgili şunları söylemiştir: Gençlik kolları çeşitli kültürel faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu arada kendilerine judo da öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hakimiyeti kuramazlar. Memleketimizde onların anladığı dilden konuşacak, milliyetçi çocuklar var. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz." Gazeteci Cüneyt Arcayürek'in Türkeş ile söyleşisi, Hürriyet Gazetesi'nde manşetten veriliyordu: "Komandoları destekliyorum! Komünizm bir reaksiyonla değil, bu yönlü bir aksiyonla karşılanır." Bu arada İzmirli bazı komandolar, Hitler'den esinlenerek NAZİ (Nasyonal Aktivite Zinde İnkişaf) Derneği"ni kurdular. Ancak dernek, Türkeş izin vermediği için hemen kapatıldı... CKMP'nin büyük kongresi 8 Şubat 1969'da Adana'da yapıldı. Partinin adı ve amblemi değişti. İstanbul'da CKMP gençliğini örgütleyen Ahmet Karabacak'ın çıkardığı "Milli Hareket" adlı aylık derginin adı beğenilmişti. Alpaslan Türkeş partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdi. Adana Kongresi'nden sonra, MHP'nin amblemi kırmızı zemin üzerine üç hilal, gençlik kollarının amblemi ise hilal içinde bozkurt olmuştu !..[ ] 6 1970 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Önemli İşler Dairesi tarafından hazırlanan ve "çok gizli" ibaresini taşıyan bir rapor, zimmet kaydıyla dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e sunuluyordu. Hazırlanan bu raporda, 1968-70 arasında yurdun çeşitli yerlerinde kurulan 25 komando kampı tek tek sayılarak bunlardan bazılarının Türkeş tarafından ziyaret edildiği, bazılarının da Türkeş'in emriyle kurulduğu belirtiliyor, nasıl silahlandıkları, silahları kimlerin temin ettiği anlatılıyor ve Mustafa Bilgin, Battal Mehetoğlu, Süleyman Özmen, Dr. Necdet Güçlü ve Zeki Erdoğan cinayetleri bu örgütlerle ilişkilendiriliyordu. Raporun sonuç bölümünde ise, "Türk milliyetçiliği, Türkçülük maskesiyle yurdumuzda tatbik edilmek istenen Nasyonal Sosyalizmle, mevcut demokratik düzeni yıkmayı amaçlayan emperyalist ve saldırgan bir cereyandır" deniyordu.[ ] 7 1 zaman yine Başbakan olan Süleyman Demirel, Çatlı ülkücü oluyor Bozkurtlar hızla örgütlenirken, Artık Abdullah Çatlı da Bozkurt Mahallesi'nde top peşinde koşmayı bıraktı. Güreşe ilgi duymaya başladı.. Lisenin güreş takımındaydı... Ve güreş onu siyasetle tanıştırdı... Nevşehir'de üç lise vardı: Merkez Lisesi, Ticaret Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi. Ticaret Lisesi'nde öğretmenlik yapan Atilla (Soyadı bizde saklı yn.) ve Endüstri Meslek lisesi öğretmeni Fahrettin (Soyadı bizde saklı yn.) öğrencilere antikomünist fikirler aşılıyorlardı. Hafta sonları ise seçtikleri bazı öğrencilere judo-karate dersleri veriyorlardı. Komando kampları Anadolu'nun küçük kentlerinde yaşama bu tür etkinliklerle geçiriliyordu. Judo ve karate, buluğ çağında enerji yüklü öğrencilerin oldukça ilgisini çekiyordu. Abdullah Çatlı diğer liselerde judo derslerinin verildiğini öğrenince hemen birkaç arkadaşı ile birlikte gidip Atilla öğretmeni buldu. Kursa katılmak istediklerini söyledi. Judo ve karate kurslarıyla beraber, antikomünist fikirleri de öğrenmeye başladı. Judo derslerinden sonra şehir merkezinde, Sümer Meydanı'nda, PTT'nin arkasındaki, tek odalı, 35 metre karelik Ülkü Ocağı lokaline gitmeye başladı. Ülkücü görüşle ilk kez bu küçücük odada tanıştı. Milliyetçi antikomünist söylemlerden çok etkilendi. Artık bir "davası" vardı: Ülkesini Moskova'nın, Pekin'in kölesi haline getirmek isteyenlere karşı savaşacaktı... Sadece yurdunu korumakla kalmayacak, Sovyetler Birliği ve Çin'deki "Dış Türklerin ızdıraplarına" da son verecekti... Kıbrıs'taki Türklerin, Irak'taki Türkmenlerin durumunu anlatan milliyetçi söylevler de genç ülkücüleri oldukça etkiliyordu... Ceketinin yakasındaki Bozkurt rozetini gururla taşıyordu ! Rozet komünizme karşı mücadelenin simgesiydi, zırhtı. Nevşehir merkezinde "komünist" yoktu. Ancak Hacıbektaş, Ürgüp, Avanos, Derinkuyu ve Acıgöl ilçelerinde "komünistler" oldukça fazlaydı... Abdullah Çatlı "komünistleri" ilk kez 14 yaşında gördü!.. Ankara'dan gelen bir grup solcu üniversiteli, Nevşehir'in köylülerini örgütleyip "Üzüm Mitingi" düzenlemişlerdi.[ ]8 Ülkü Ocakları'ndaki "büyükleri" Abdullah Çatlı ve arkadaşlarına, Ankara'dan gelen üniversiteli öğrencileri göstererek, "İşte bunlar köylüleri kandırıp ülkemize komünizmi getirmek istiyorlar," dediler. Genç Bozkurtlar ilk kez gördükleri bu "komünistlere" hınç duydular... "Abi"leri Abdullah Çatlı'ya sürekli kitaplar verdi. Ancak bir şartları vardı: Kitaplar okunacak, özet çıkarılacak ve bunlar hakkında seminer verecekti. Ayrıca her ay aidat verme zorunluluğu vardı: 2 Türk Lirası. Çatlı aidatlarını kesintisiz her ay, aksatmadan verdi...
Kendi yaşındakilerle gezmiyordu artık. Ömer Ay gibi öğretmenlerinin yanından ayrılmıyordu. Karate hocasını da değiştirmişti. Mehmet Dönmez, Çatlı ve arkadaşlarına yakın döğüşün tekniklerini öğretiyordu... 12 Mart Muhtırası 60'lı yılların başlarında yükselen Türkiye'deki sol dalga, 70'lerin başında işçilerle buluşarak doruğa çıktı. Örneğin 15-16 Haziran 1970 tarihinde onbinlerce işçi İstanbul ve İzmit'te iki gün boyunca eylem yaptı. Solcuların karşısına "sivil güçler" ilk kez o yıllarda çıkarılmaya başlandı. Bu "sivil güçler" 60'lı yıllarda "Müslüman" kimliğini kullanırken, 70'li yıllarda ülkücülük zırhına büründü. Taşlı-sopalı saldırılar yerini tabancaya bıraktı. Kan akmaya başladı. İlk öldürülen kişi solcu Vedat Demircioğlu'ydu. 16 Şubat 1969 "Kanlı Pazar": Duran Erdoğan ve Ali Turgut Aytaç. 19 Eylül 1969: Mehmet Cantekin. 23 Eylül 1969: Taylan Özgür. 14 Aralık 1969: Mehmet Büyüksevinç ve Battal Mehetoğlu. 1970'e gelindiğinde 8 kişi yaşamını kaybetmişti. Hepsi solcuydu. Solcular ellerine silah almaları için adeta kışkırtılıyorlardı ... Dr. Necdet Güçlü[ ]9 Yaşar Serpin, Mustafa Kuseyri, Hüseyin Aslantaş, Nail Karaçam, İlker Mansuroğlu, Şener Erdal, Niyazi Tekin... 1970 yılı içinde de solcular öldürülmeye devam edildi. Bu arada ülkücü Mustafa Bilgin 21 Eylül 1969'da Milli Türk Talebe Birliği binasında patlayıcı madde imal ederken yaşamını kaybetti. 18 Haziran 1970'de Ankara'da ülkücülerin elindeki Site Öğrenci yurdunda nöbet tutan Ülkü Ocakları Derneği üyesi Zeki Erdoğan, ülküdaşı Muzaffer Sözügüzel tarafından kazayla öldürüldü. İki ülkücü öğrenci; Süleyman Özmen Ankara Yüksek Öğretmen Okulu'nda çıkan kavgada, Dursun Önkuzu da Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu'nda ki çatışmada çatıdan düşerek yaşamını kaybetti. Kimin tarafından başlatıldığı açıkça görülen şiddet, artık tüm toplumsal-siyasal olaylara ağırlığını koyuyordu... O yıl solcuların ordu içindeki ilerici subaylarla birlikte darba yapacağını haber alan üst düzey generaller 12 Mart 1971'de sivil yönetime muhtıra verdiler... Abdullah Çatlı'nın ülkücülükle tanışma dönemi 12 Mart 1971 askeri darbesiyle kesintiye uğradı. Toplumsal muhalefeti bastırmak için artık ülkücülere ihtiyaç kalmamıştı. Ülkü Ocakları kapatıldı. Komando kamplarından zaten bir süredir söz edilmez olmuştu. Alpaslan Türkeş'in ordudan arkadaşları emekli subaylar Rıfat Baykal ve Dündar Taşer kurucuları oldukları bu kampların yozlaştıklarını ve istismar edildiklerini ifade ederek bir kenara çekilmişlerdi. "Parti içerisinde namaz kılanlar ve namaz kılmayanlar şeklinde başlayan ayrılık, Müslüman olanlar olmayanlar şekline dönüşürken, bu durum, kamplara da yansıdı. Programları zorunlu olmadığı halde günde beş vakit namaz konuldu. Gençlerin toplu halde bulunmasından yararlanmak isteyenler, onları bazı gereksiz eylemlerin içine ittiler. Komando adı başlangıçta sempati toplarken, sol basının da yardımıyla kaba kuvvetin ve zorbalığın sembolü haline getirilme çabaları başladı..."[ ] 10 Dündar Taşer 1972'nin Haziran ayında Ankara'da bir kazada öldü. Ama ülkücüler onun bir suikasta kurban gittiğini söylediler. 12 Mart "ara rejimi"ydi birlikte de ülkücüler silahlı eylemlerine "ara vermiş"lerdi. Darbe sola karşı zaten yeterince acımasız ve otoriterdi. Ülkücüler de darbe sonrası yayınladıktan bildirilerinde, "Bozkurtların komünizme karşı mücadele vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devrettiğini," yazdılar... Askeri yönetim ülkücüler arasında bir tek suçlu bulamamıştı! Aksine askeri mahkemeler birçok ülkücünün bilgisine başvuruyor, solculara ait davalarda onları "tanık" olarak dinliyordu. Kontrgerilla Kamuoyu "kontrgerilla" sözcüğü ile ilk kez o tarihlerde tanıştı. Bu dönemde yüzlerce aydın, genç, üniversiteli işkencelerden geçirildi. İşkence görenlerden çoğu, tahliye olduktan sonra kendilerine "kontrgerilla" diyen kişiler tarafından sorgulandıklarını söylediler. Özellikle İstanbul "Ziverbey Köşkü"nde işkence görenler, gözleri bağlıyken duydukları şu sözleri her zaman anımsadılar: "Genelkurmay'a bağlı kontrgerilla teşkilatının elindesin! Burada Anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevapları verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen! İstersek seni yok ederiz ve kimse de bizden hesap soramaz!" Dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, Yankı Dergisi'nin 17 Ekim 1973 tarihli sayısına verdiği demeçte "...ben Kadıköy'deki Köşkü, (Ziverbey) Kontrgerilla örgütüne özel olarak hazırlattım," dedi.[ ] 11 12 12 Mart döneminde meydana gelen bazı sabotaj olayları üzerlerine yıkılmak için birçok solcu aydın işkence görüp tutuklandı, ancak bu eylemlerle bir ilgilerinin bulunmadığı anlaşılıp, beraat ettiler. Daha sonra, "faili meçhul" kalan bu sabotaj eylemlerinin de bizzat Genelkurmay'a bağlı Özel Harp Dairesi, yani Kontrgerilla tarafından tertiplendiği öne sürüldü.[ ] Resmi nikah ve Ankara'ya gidiş Ülkücü hareket, solun yeniden yükselmeye başlayacağı döneme kadar beklemeye alınmıştı. Abdullah Çatlı ise Lise sonda beklemeliydi. "Bekleme" döneminde Abdullah Çatlı bazı kitaplar okuyup liseli arkadaşlarına seminerler verdi.; Kurt Karaca'nın "1. Milliyetçi Türkiye", Ali Kemal Meram'ın "Türkçülük ve Türkçülük Mücadele Tarihi", İbrahim Kafesoğlu'nun "Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri", Tahsin Yahyaoğlu'nun "Tarım Kentleri. Milliyetçi Toplumcu Düzen" ve Abdurrahim Karakoç'un "Hasan'a Mektuplar" adlı şiir kitabı... Abdullah Çatlı 1970'li yılların başında, yaz tatillerinde babasının yanında çalıştı. 50 kg. ağırlığındaki kükürt torbalarını 5 ve 10 kiloluk torbalar haline getiriyordu. Her torba başına para alıyordu. Ayrıca her pazartesi günü kurulan pazara gidip traktör ve kamyonlarla köylerden gelen patates ve soğanları çuvallara doldurarak harçlığını çıkarıyordu.
1973 yazında Abdullah lise diplomasını alır almaz üç yıllık nişanlılık dönemi de sona erdi; Meral Aydoğan ile resmi nikahları ve düğünleri yapıldı. Düğün, 16 Ağustos 1973'te, Büyük Sinema'da oldu. Abdullah Çatlı düğün vesilesiyle Meral Hanım'ın yakın akrabalarıyla da tanışma olanağı buldu. Ancak içlerinde en çok Meral Hanım'ın 14 yaşındaki "üvey dayısı" Yaşar Öz'ü sevdi! Düğünde misafirlere tatlı-tuzlu kuru pasta ile limonata ikram edildi. Mahalle çalgıcılarının hareketli müziği eşliğinde misafirler gönüllerince eğlendiler. Düğün sonunda arkadaşları espri olsun diye, Abdullah Çatlı'ya kılıbık diploması, oklava ve mutfak önlüğü hediye ettiler! Düğün sonunda da sırtına vurarak onu gerdek odasına soktular... Ayrı eve çıkmışlardı. Ancak evleri yine aynı mahallede anneleri ve babalarına oldukça yakındı. Çok mutluydular. Ama Mali Bilimler Yüksek Okulu'nu kazanan Abdullah Çatlı için beş aylık eşini Nevşehir'de bırakıp, Ankara'ya, okumaya gitme günü de gelip çatmıştı. Kırsal bölgelerde gelinin evinden çıkması ayıp sayıldığı için Meral Çatlı, Ankara'ya götürülmedi. Kayınpederi ile kayınvalidesinin yanına yerleşti. Gözyaşları içinde Ankara'ya uğurlanan Abdullah Çatlıyı, bu büyük şehirde yaşamının rengini değiştirecek olaylarla dolu bir gelecek bekliyordu...




İKİNCİ BÖLÜM (1974-1980)



Abdullah Çatlı daha evliliğinin tadını çıkaramadan, kendini Başkent'te buldu. 1974 yılı güzünde Ankara Mali Bilimler Yüksek Okulu'na başladı.[ ] 13 Çatlı'nın okulu ülkücülerin kontrolündeydi. Zaten okul tanınmış ülkücüleri ile ünlüydü: Selahattin Sarı, Türkmen Onur, Devlet Bahçeli... Ankara'da Site yurdunda kalıyordu. Dördüncü kattaki odasını, Nevşehirli hemşerileriyle paylaşıyordu, yiyeceğini, içeceğini ve fikirlerini... 12 Mart askeri yönetimi MHP Gençlik kollarının faaliyetlerine ara vermemişti. Ülkü Ocakları Birliği kapatılırken Genel Başkan olan Ramiz Ongun, 12 Mart'tan sonra parti gençlik kollarının başına geçecekti. Ülkücülerin "dinlenme" dönemi fazla uzun sürmedi. 28 Kasım 1974 ülkücü hareket için dönemeç noktası oldu. MHP Gençlik Kolları bu tarihte yaptığı kurultayda "tekrar dirilmekte olan komünizme karşı eylem" kararı aldı. 1974 yılından sonra siyasal olaylarda ölen ilk 10 kişi tıpkı 60'lı yıllarda olduğu gibi sol görüşlüydü. Abdullah Çatlı, Türkiye'nin bir iç savaş ortamına sürüklenmesinde kendisine hangi rollerin düşeceğinden kuşkusuz o günlerde habersizdi. Çatlı yeni geldiği başkentin hızlı siyasi yaşamına ayak uydurmaya çalışırken, Türkiye, askeri dönemden sivil döneme geçişin sancılarını yaşıyordu. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin înan asılarak idam edilmişlerdi. Askerden sivile 12 Martçıların Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler'i Cumhurbaşkanı yapmak için parlamento üzerindeki son baskılarda, iki büyük partinin uzlaşmasıyla aşıldı Demirel ile Ecevit anlaştılar ve Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanı seçildi. 14 Ekim 1973'te genel seçimlere gidildi. CHP, tarihinde ilk kez AP'yi geride bırakarak 186 milletvekilliği kazandı. Bu sonuçta, Ecevit'in seçim mitinglerinde "İşkencecilerden ve kontrgerilladan hesap sorulacağı," vaatlerinin de önemli rolü olmuştu. AP 149, MSP 49, DP 45, CGP 13, MHP 3, BP 1 sandalye kazandı. MHP aldığı yüzde 3,3 oy oranıyla 450 milletvekilinin bulunduğu meclise 3 milletvekili sokmuştu. Seçimden umduklarını bulamamışlardı. 1969 seçimlerinde yüzde 3,0 oy almışlardı. Aradan geçen dört yılda oylarını sadece 0,3 artırmışlardı. MHP devlet kadrolarına adamlarını yerleştirmek için hükümette yer almak istiyordu. Ancak isteği gerçekleşmedi. CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu. Hükümet ortağı olamayan MHP, 1974 yılında yapılan Kıbrıs çıkarmasından yararlanmayı bildi. Türkiye'ye yayılan milliyetçilik dalgası, MHP'nin tabanda giderek büyümesini sağlıyordu. Zaten kısa bir süre sonra da devletin içine sızmayı başardılar. Kıbrıs harekatından sonra çıkan anlaşmazlıklar yüzünden CHP-MSP hükümeti dağıldı. 31 Mart 1975 günü AP-MSP-MHP-CGP bir araya gelerek koalisyon hükümeti kurdular. MHP ilk kez devletin kilit yerlerine kadro yerleştirmeye başladı. Alpaslan Türkeş Başbakan Yardımcılığına getirildi. Görev alanı Milli İstihbarat Teşkilat'ıydı (MİT). Kısa zamanda MİT' teki birçok daire başkanlığını kontrol etmeye başladı. 12 Mart darbesinden sonra, 1974 yılında da tıpkı dört yıl önce olduğu gibi yine ülkücüler solcuları öldürmeye başladı. 10 Temmuz 1974'de sol görüşlü İzmit Petkim işçisi Ümit Tok vuruldu. Daha sonra yine sol kesimden; sırasıyla işçi Mehmet Filiz, öğrenci Şahin Aydın, işçi Hüseyin Örek öldürüldü. Sanki birileri yeniden düğmeye basmıştı. Ülkücüler yine siyasal şiddeti yaygınlaştırmak için çaba sarf ediyorlardı. Sağ sol kutuplaşması keskinleştiriliyordu. 1975 yılında 8'i sol toplam 9 kişi öldürüldü... O yıllara kadar eylemlerde ateşli silahlar tek tük kullanılıyordu. Dinamit ve bomba ise hiç yoktu... Artık zincir, demir, muşta dönemi kapanmaya başlıyordu... Onların yerini tabanca, otomatik silah ve bombalar alıyordu. Silahların Kıbrıs'tan geldiği söyleniyordu. Rumlardan kalan ganimetler ülkücülerin bellerine sokuluyordu.... Bu silahları kimler getiriyor, kimler ülkücülere veriyordu? Baş tehdit ve dolayısıyla baş düşman komünizmdi. Ülkücüler ise bu savaşta devletin paramiliter gücüydü. Vurucu timler, bombacı timleri oluşturulmaya başlandı. O yıllarda komando kampları da dirilmeye başladı. Kızılcahamam, Bota arasında kurulan kampta ülkücü gençler 60'lı yılların sonunda Muğla komando kampından yetişmiş Mustafa Sami Başaran başkanlığında silah kullanma, silah söküp takma, bomba yapımı, dağa çıkma eğitiminden geçirildi. Gencecik çocuklar bu eğitimlerden geçirilip metropollere gönderildiklerinde, bazıları Ülkücü İskender Karyağdı gibi, bomba imal ederken parçalanarak öldü. Ama ölenin yerini hemen bir başka ülkücü genç alıyordu Gökçen doğuyor 1975 yılının Mayıs ayında Ankara bombalı günler yaşıyordu. Türk Hukuk Kurumu Başkanı Prof. Muammer Aksoy ve Prof. Uğur Alacakaptan'ın evlerine patlayıcı madde atılmıştı. O günlerde, 22 Mayıs'ta, Abdullah Çatlı acilen Nevşehir'e çağırıldı... Eşi Meral Nevşehir Devlet Hastanesine kaldırılmıştı Çatlı aslında karısının çok yakında doğum yapacağını biliyordu ama "işlerinin" çokluğu nedeniyle "ha bugün, ha yarın" diye gidişini durmadan erteliyordu. Haberi alır almaz Nevşehir'e koştu. Önce eve uğradı, Meral hanımın hastaneye kaldırıldığını öğrenince dayısının Renault arabasına atladığı gibi hastaneye gitti. Meral hanım doğum halindeydi. Çatlı kapıda sigara üstüne sigara içiyordu. Eşinin doğum sancısı çığlıklarını duyuyordu. Sonunda müjdeyi aldı: Bir kızı olmuştu. Yanındaki arkadaşları ile hemen isim aramaya başladılar. İlk düşündükleri Osmanlı padişahlarının eşlerinin ya da kızlarının isimleriydi. Sonunda ismi kendi buldu. Nihal Atsız'ın "Bozkurtlar" kitabını okumaktaydı o günlerde. Romandaki kadın kahramanlardan birinin adı Gökçen'di. Kızına Gökçen adını verdi... Gökçen Çatlı, kitabın yazarlarına adıyla ilgili olarak şunları söyledi: "Adımı çok seviyorum. Ülkücü ismi. Zaten o yıllarda ülkücüler doğan çocuklarına hep Gökçen gibi ülkücü ismi koymuşlar." Abdullah Çatlı, Gökçen'in doğumundan sonra, karısıyla kızını görmek için her hafta sonu Nevşehir'e gidip gelmeye başladı. İlk trafik kazası Susurluk onun ilk trafik kazası değildi... 1975 sonbaharında Nevşehir'den Niğde'ye okul arkadaşlarını görmeye giderlerken, tek kapılı Opel marka arabayla şarampole yuvarlanmışlardı. Yakın arkadaşı Ali camdan fırlamış, Ali'nin akrabası direksiyona sıkışmış, Çatlı'nın ise burnu bile kanamamıştı. Otomobilden çıkıp önce Ali'yi aramıştı. O sırada kazayı gören bir kamyon durmuş ve Çatlı'ya yardım etmişti. Arkadaşı Ali'yi kamyon şoförü otomobilin otuz metre uzağında bulmuştu. Çatlı arkadaşını kucağına alıp yola çıkarmış, ancak üstleri başları kan içinde olduğu için hiçbir araç durup onları almamıştı. Sonunda bir araç durmuş, Ali ve onun akrabasını hastaneye yetiştirmesine yardımcı olmuştu. Çatlı, olayı daha sonra anlattığı Ali'ye, "Eğer o dakika elimde bir balyoz olsa, bizi görüp de almayan tüm otomobilleri parçalardım," demişti... Abdullah Çatlı ölümden dönmüştü. Ancak 4 Kasım 1975 günü, arkadaşlarının Gazi Eğitim Enstitüsü'nü işgal etmeleri üzerine çıkan çatışmada Alpaslan Gümüş ölmüştü. Çatlı, geçirdiği kazanın şokunu atlatmadan cenaze törenine katılmak için Ankara'ya geldi. Cenaze töreninde Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Okulları Genel Müdürü Ayvaz Gökdemir de vardı! Çatlı ile "Komando Ayvaz" in yolları yıllar sonra yine kesişecekti... 1974 yılından 1975'in sonuna kadar geçen iki yıllık sürede meydana gelen çatışmalarda 50 kişi ölmüştü. Bunlardan 28'i sol, 6'sı sağ görüşlüydü. 16'sının ise görüşü belirlenememişti. İlginçtir, o yıllarda ölen solculardan hiç birinin faili yakalanamadı... Çatlı'nın ülkücü hareket içinde yükselişi Ankara'da siyasi hava giderek gerginleşiyordu... Abdullah Çatlı adı da buna paralel biçimde giderek ünlendi.. Ankara'ya geldiğinde ülkücü hareket dağınıktı.'Birbirinden kopuk değişik gruplar vardı. Her grubun ise bir lideri vardı; Mehmet Ekici, Mustafa Mit, Muhsin Yazıcıoğlu, Şevkat Çetin, Alpaslan Gümüş, Talip Gün... Herkes liderliğe oynuyordu. Bu nedenle gruplar arasında rekabet vardı. Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu'nun gurubundaydı. Zamanla diğer grupları saf dışı bırakarak ülkücülerin reisliğine kadar yükseldiler. Çatlı üniversitenin ilk yılında okulun başkanlığına seçildi. Kısa bir sürede ülkücü hareket içinde hızla yükseldi Esat Bütün anlatıyor: "70'li yıllarda bizler için komando tabiri vardı. Biz bu komando tabirini yıkmak için takım, elbise giyiyorduk. Özellikle yönetici durumunda olanlar mutlaka takım elbise giyerlerdi." Abdullah Çatlı, gençliğinden itibaren şık giyinmesiyle tanınırdı. Çoğunlukla takım elbise giyiyordu. Arkadaşlarının da kendisi gibi giyinmesini istiyordu. Arkadaşlarını sık sık uyarırdı: "Şimdi bir kavga çıksa, polis sizin gibi parka, postal giyenleri hemen gözaltına alır. Benim gibi giyinirseniz, polis sizden şüphelenmez." Üniversitelerde olaylar çığ gibi büyüyordu. Ülkücüler bir gün Hacettepe Üniversitesi'ni, bir gün Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu'nu işgal ediyordu. Yüzlerce öğrenci taşlı sopalı birbirine saldırıyordu. Sadece üniversiteler kaynamıyordu. Ülkücülerin denetimindeki Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdu'nda kalanlar, Altındağ Lisesi'ne saldırmışlardı. Aynı olay Abidinpaşa semtinde de gerçekleşti. Solcu öğrenci Ata Yıldırım genç yaşında yaşama veda etti. 27 Mayıs 1960 askeri hareketinin ünlü subaylarından Muzaffer Yurdakuler'in kendisi gibi solcu olan oğlu, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Hakan Yurdakuler tabancayla vurularak öldürüldü. 15 yıl önce birlikte hareket ettikleri Yurdakuler'in oğlunun öldürüldüğü o günlerde MHP lideri Türkeş, "Ülkücüler devlet güçlerine yardımcı oluyor" diyordu... Başkent Ankara Türkiye'nin aynasıydı. 18 Mayıs'ta solcu öğrenci Fevzi Aslansoy, 30 Mayıs'ta evinin duvarındaki MHP sloganını silerken Ensari Bingöl vuruldu. Aralık ayında Ankara Ziraat Fakültesi'nde bir minibüse yaylım ateşi açıldı, Aynur Sertbudak öldü. Çatışmalarda ülkücüler de yaşamlarını kaybediyordu. Ankara'daki ülkücülerin cenaze törenlerinde bazen Abdullah Çatlı da konuşma yapıyordu. O dönemde Mehmet Albay, Ercüment Yahnici gibi bazı yakın okul arkadaşlarını da kaybetti. Kim kimi, neden vuruyor? Olaylar nasıl çıkıyor, kim çıkarıyor? Anlamını ve önemini kaybetmişti. Türkiye kaosa sürükleniyordu... Çatlı yurttan eve taşınıyor Abdullah Çatlı üçüncü sınıfa geçtiğinde yurttan ayrılarak, arkadaşlarıyla birlikte Cebeci semtinde bir eve taşındı. Ev, İnci sinemasının bulunduğu apartmandaydı. Şimdiki düğün salonunun üstündeki dairede dört kişi kalıyorlardı. Ancak misafirleri hiç eksik olmuyordu Çatlı, zorunluluk gereği eve çıkmıştı. O günlerde bazı semtleri "kurtarılmış bölge" yapmak için ülkücülerin yurtlardan çıkarak ev kiralamaları isteniyordu. Üstelik evlerde illegal çalışmalar daha rahat yapılıyordu. Bazı sol görüşlü polisler yurtlara göz açtırmıyor, ayrıca içlerine, ajan sokuyordu. Esat Bütün'den dinleyelim: "Ben eve bir kez gittim, odaların duvarlarında Kürşat, Bozkurt posterleri vardı. "İçimizde o yıllarda araba kullanan çok azdı. Çatlı iyi ve hızlı araba kullanırdı. Ocağın 06 NC 555 plakalı otomobilini kullanırdı." Abdullah Çatlı, Ülkü Ocakları Ankara İl Başkanı olduktan sonra, Türkiye'nin dört bir yanına gidip gelmeye başladı. Bu gezilerin birinde; Sivas Kızıldağ'a giderken, arabaları yoğun tipi nedeniyle yolda kaldı. Donma tehlikesi geçirdiler Yoldan geçen bir otobüse binerek donmaktan kurtuldular. Ankara il binası, o tarihte Maltepe'de şimdiki koç Yurdunun tam karşısındaki 56 numaralı apartmanın 3. katındaki iki daireydi. Çatlı buraya sık sık gidip gelirdi. Çatlı'nın okulu o yıllarda ülkücülerin kalesiydi Ankara'daki üniversitelerin çoğu solcuların denetimi altındaydı Ülkücüler ise genelde ocağın elinde olan okulları tercih ediyorlardı Okulu da Cebeci'deydi. Site yurdu ile okulu birbirine çok yakındı. O dönemde Çatlı'nın da içinde olduğu birçok ülkücü, Cebeci'deki Acem 51 çay ocağında buluşup çay içerlerdi. Bu çay ocağı Çatlı'nın evine oldukça yakındı. Çay ocağını Kars'lı, yaşlı bir adam çalıştırırdı. Cebeci'deki bir başka buluşma yeri de Burçak Lokantasıydı. Lokantanın asıl amacı cezaevindeki ülkücülere yemek yapıp yollamaktı. O dönemde şarkı türkü söylemeleri doğru bulunmadığından ancak marş söylerlerdi. Okudukları yayınlar, Devlet, Genç Arkadaş, Hergün'dü. Çatlı buralara yazı yazmadı. MHP hareketi içinde "Doğu'nun Başbuğ" u olarak tanınan Yılma Durak o günleri şöyle tanımlıyor: "O dönemin ülkücüleri romantik idealist gençlerdi! "Çatlı gibi kişilerin görevi harekete insan kazandırmaktı. Bu nedenle bilgi sahibi olmak için okumak zorundaydılar. Aynı zamanda bilgili olduklarını göstermek için mütevazı davranmak zorundaydılar. "Çatlı konuşkan biri değildi, o dinlemeyi seviyordu." Yakın arkadaşları, "Çatlı'nın büyüklüğü, sırlarını kimseye söylememesinden geliyordu" diyorlar. Çatlı'nın Cebeci'deki Okulu dışında çevrede bulunan Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın Yayın Yüksek Okulu gibi tüm fakülteler solcuların denetimi altındaydı. Çatlı ve arkadaşları çevrede fazla gezemiyorlardı. Ya yurtta oturuyorlar, ya da okullarının kantininden dışarı çıkamıyorlardı. Solcuların denetimi altında olan okullarda okuyan ülkücü arkadaşları bu fakültelere girmekte zorluk çektikleri için, onları okullarına sokabilmek amacıyla, bazen büyük gruplar halinde o fakültelere giderlerdi. İşte o zaman taşlı sopalı kavgalar meydana gelirdi. İbrahim Çiftçi Ürgüp'de 1976 Şubat ayı Ankara Turizm ve Ticaret Yüksek Öğretmen Okulu'ndan İbrahim Çiftçi ve altı arkadaşı solcuların denetimindeki Ürgüp Lisesi'ni "düşürmek için" Nevşehir'e yatay geçiş yaptılar. Sık sık solcu öğrencilerle kavga ettiler. Sonunda Çiftçi ve arkadaşları Ürgüp Asliye Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. Ürgüp'ten kaçmak zorunda kaldılar. Yaşamının bir bölümünü Nevşehir'de geçirmiş "ünlüler" arasında sadece İbrahim Çiftçi yoktu. İbrahim Şahin de o tarihlerde Nevşehir'de görev yapmıştı. İbrahim Şahin ve Yaşar Öz de Nevşehir'de Abdullah Çatlı ile aynı yaşta olan, Tokat doğumlu İbrahim Şahin polis enstitüsü öğrencisiyken (1975-76) bütün hayali futbolcu olmaktı. Ailesi yoksuldu. Babası makarna fabrikasında işçiydi, Hüseyin ve Saim adında iki kardeşi vardı. Fanatik bir Ülkücü olan Şahinin Okulu bitirdikten sonraki ilk görevi, 1976'da Nevşehir Kozaklı'da komiser muavinliğiydi. Kozaklı'da ilçenin İleri gelenlerinden Kederoğlu'lar ile tanıştı ve kısa zamandı onlarla içli dışlı oldu. 14 Ne tesadüftür ki, İbrahim Şahin'in ikinci görev yeri de Nevşehir Avanos idi. Burada sivil kıyafetle olay çıkardı. Çarşının ortasında silah kullanan Şahin, ününü bu olayla yaptı ve sonunda Nevşehir il merkezine de geldi; Nevşehir GBT'ye (Genel Bilgi Toplama) tayin oldu.[ ] O sırada küçük kızıyla Nevşehir'de olan Meral Çatlı'nın babası İhsan Aydoğan ölünce ailenin işleri yarım kaldı. Ailede ticaretten anlayan kimse yoktu. Meral hanımın üvey annesi, genç yaşına rağmen ticaretten iyi anlayan kardeşi Yaşar Öz'ü Nevşehir'e çağırdı. Yaşar Öz bir müddet işlerin başına geçti. İbrahim Şahin Nevşehir'de polislik, Yaşar Öz de ticaret yaparken, Çatlı Ankara'da ülkücüler arasında popüler olmuştu. Çatlı Ankara İl Başkanı Peki, Çatlı genç yaşta, 21 yaşında nasıl Ülkü Ocakları Ankara İl Başkanı oldu? Çatlının Nevşehir'li hemşerisi Soner Arın, Çatlı daha Nevşehir'de lise öğrencisi iken Ankara'nın tanınmış ülkücü simalarından biriydi. 12 Mart döneminde Site Yurdu'nun temsilciliğini yapmış, Beşevler sorumluluğunu almıştı. Çatlı hemşerisi Soner Arın ve Mehmet Dönmez sayesinde kısa zamanda ülkücü camiayı tanıdı.[ ] 15 Kısa bir süre sonra da MHP'nin Başbuğ'u Alpaslan Türkeş'le tanışacaktı. Türkeş Çatlı tanışması Türkeş bütün ülkücü kuruluşların yöneticileriyle haftada veya onbeş günde bir mutad toplantılar yapardı. Türkeş'le ilk kez toplantıya katılanlara nasıl davranacakları konusunda öğütler verilirdi: "Kendisine mutlaka Başbuğ diye hitap edeceksin. Kendini tanıtırken Başbuğum diye söze başlayacaksın, karşısında put gibi duracaksın. Başbuğ odaya girer girmez, bir asker gibi ayağa kalkıp 15 dakika, yarım saat Başbuğ Türkeş diye bağırılır. O otur demeden kesinlikle oturmayacaksın!"[ ] 16 Türkeş üst yönetime seminerler verirdi, bunlara Çatlıda katılırdı. Seminerler Bahçelievler'de MHP Genel Merkezi'nde olurdu.
Çatlı Türkeş'in sözlerini can kulağı ile dinlerdi. "Gençler bu parti sizindir. Milletvekillerini bile bir müddet kullanabiliriz ama bunların yerine gelecek olan sizlersiniz. Biz asıl o zaman büyüyeceğiz. Çünkü milletvekilleri sizin gibi ocaktan yetişme değil. Şunu iyi bilin ki, bizim için bugün bir milletvekili ile ülkücü bir genç arasında hiçbir fark yoktur." Siyasi gelişmeler hakkında uzun uzun konuşan ve MHP'nin hızla büyüdüğünü söyleyen Türkeş konuşmasını bu öğütle bitirirdi: "Çok dikkatli olun. Yaptığınız işleri en yakın arkadaşınıza bile anlatmayın. Beraber çalışacağınız arkadaşlarınızı. Çocukluğunuzdan beri tanıdıklarınızdan ve ne olursa olsun sizi satmayacak kişilerden seçin!" Başbakan Yardımcısı kimliği ile Suudi Arabistan'a gidip hacı olan Alpaslan Türkeş, bu seminerlerde sık sık islamiyeti öven konuşmalar da yapıyordu. Daha önce övüp hiçbir yere sığdıramadığı Yusuf Akçuralar'ın, Ziya Gökalpler'in yerine Necip Fazıllar'ı övmeye başlamıştı. Mustafa Kemal'in adını bile artık eskisi gibi sık sık anmaktan vazgeçmişti. Gençliğe örnek alınacak kişi olarak, "milliyetçi toplumculuğun" savunucusu Türkçü Nihal Atsız'ı değil, Türk İslam sentezcisi Osman Yüksel Serdengeçti'yi gösteriyordu... Daha önceleri sadece cuma namazlarına giden Abdullah Çatlı bu seminerlerin de etkisiyle bir ara 5 vakit namaza başladı. O dönemde yetişen ülkücü kuşak Türk kimliğinin önüne artık islam kimliğini geçiriyordu. Yanında bozkurtu bulunan sarkık bıyıklı uzun saçlı elinde kılıcı olan "Türklük" simgesi posterlerin yerini, Fatih Sultan Mehmet'lerin posterleri süslüyordu odalarının, yurtlarının duvarlarını.[ ] 17 Ülkücüler okullara gruplar halinde gidip geliyorlardı. Üniversitelere gidiş gelişlerinde de belli bil disiplin vardı Her yurdun bir başkanı vardı ve çoğu kez "emrindeki" Üniversitelileri o alıp götürürdü. Örneğin Site Yurdu'nda kalan öğrenciler Talip Gün, Yozgat Yurdu'nda kalanlar Şevkat Çetin veya Erdem Şenocak, Niğde Yurdu'nda kalanlar Hamit Gündoğdu veya Ali Yurtaslan ve Sivas Öğrenci Yurdu'nda kalanlar Abdullah Çatlı başkanlığında gidip geliyorlardı... Öğrenci yurtları ülkücü hareket için stratejik öneme sahip yerlerdi. Bir mahallenin veya bölgenin solcuların denetiminden kurtarılması için öncelikle oradaki öğrenci yurdunun ele geçirilmesi gerekiyordu. Çatlı'nın ilk suç sicili Ülkücülerin okullarına toplu gidip gelmeleri sürerken Abdullah Çatlı 24 Şubat 1977 tarihinde, ilk kez polis kayıtlarına geçmesine neden olan suçunu işledi. Üç gün gözaltında kalan Çatlı'nın ilk parmak izi tespiti 27 Şubat'ta yapıldı. Solcularla yapılan kavga sırasında belindeki tabancayı çıkarıp hem polislere hem de solcuların üzerine ateş açtığı için hakkında Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde "52804" sicil numarasıyla dosya açıldı: "Suçu: 6136 Sayılı Kanuna muhalefet, polise ateş etmek ve suç aleti tabancayı saklamak"tı. Türkeş: "Bahçelievler emniyetli hale getirilmeli" MHP Genel Merkezi'nin bulunduğu Bahçelievler semtinin "kurtarılmış bölge" haline getirilmesi için Türkeş'ten emir alan ülkücüler, bu amaçla yoğun faaliyetlere giriştiler. Abdullah Çatlı bu bölgedeki Nenehatun Öğrenci Yurdu'na büyük önem verdi. Cebeci'deki evde oturmasına rağmen bu yurtta kendisine özel bir oda hazırlattı. İki yardımcısı vardı: Feridun Akkuzu ve Nevzat Bor. Yurdun yönetim odasından Emek ve Bahçelievler'deki olayları yönetmeye başladı. Stratejiler tespit etti, ekipler oluşturdu. Solcuların denetimindeki Diyarbakır Öğrenci Yurdu ile hemen her gün çatışma halindeydiler. Bölgede ilk öldürme eylemleri başladı. Solcu gençler İbrahim Bozkurt ve Zafer Boz arka arkaya öldürüldü. Emek'te başta Nokta Kıraathanesi olmak üzere solcuların gittikleri kahveler tabanca ile tarandı Solcuların "elinde olan" Eczacılık Fakültesi gibi öğrenim yerlerine bomba atılarak olay çıkarılıp süresiz tatil edilmesi sağlandı. Çatlı Ankara İl Başkanlığında 12 ay kaldı Ondan sonra göreve Esat Bütün getirildi. Ersun darbesi Türkiye bu kaos ortamında hızla seçime gidiyordu... 5 Haziran 1977 seçimlerinin favorisi CHP idi. CHP'nin güçlü bir biçimde hükümet olma olasılığı, başta MHP olmak üzere birçok çevreyi korkutuyordu. Bu çıkar grupları, seçimleri yaptırmama planını devreye soktular. 1 Mayıs 1977: İşçi Bayramı için İstanbul'un Taksim Meydanı'ndaki Türkiye'nin o güne kadarki en büyük kitle gösterisinde, yapılan provokasyon sonucu vahşi katliamlardan ilki yaşandı. 34 kişi yaşamını kaybetti. 29 Mayıs 1977: Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanına valiz içinde bırakılan bombaların patlatılması sonucu 5 kişi öldü. Aynı gün: 29 Mayıs 1977: İzmir Çiğli Havaalanı'nda CHP lideri Bülent Ecevit'e suikast girişiminde bulunuldu. Suikast CHP yöneticisi Mehmet İsvan'ın ayağından yaralanmasıyla hafif atlatıldı. CHP lideri Ecevit, 3 Haziran'da yapacağı İstanbul mitingi öncesi, Başbakan Süleyman Demirel tarafından uyarıldı: "Mitingi yapmayın, size karşı suikast girişiminde bulunacaklar"[ ] 18 Erken seçim kararının alındığı Nisan ayından önce üç ay içinde 59 kişi yaşamını kaybederken, erken seçim kararının alındığı tarihten seçim gününe kadar 133 kişi öldürülüyordu. Bunların 89'u sol, 17'si sağ görüşlüydü. Onlarca insanımızın ölümüne neden olan bu provokasyonu kimler yapıyordu? Tesadüf: 1977 yılının Şubat ayında ClA'nın yeni başkanı Amiral Stansfield Turner Türkiye'yi ziyarete gelmişti. Tesadüf: MHP lideri Türkeş'in dünürü Şahap Homriş MÎT Hukuk Dairesi Başkanı'ydı. Tesadüf: Türkeş'in damadı Yüzbaşı Davut Homriş ise o günlerde Özel Harp Dairesi'nde görev yapıyordu. Baba oğul Homriş'lerin bu olaylarla bir ilgisi var mıydı? Bilinmiyor. Bilinen: Cuntanın şefleri... Yapanlardan bazıları 1 Haziran 1977 tarihinde ortaya çıktı. Yüksek Askeri Şuraya 3 ay kala, MHP'li olduğu bilinen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun emekliye sevkedildi! Orgeneral Ersun'un emekli edilmesi için 3 ay sonra yapılacak Yüksek Askeri Şura bile beklenmemişti! Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, "TSK macera peşinde koşanlara asla iltifat etmeyecektir,'' dedi. Orgeneral Ersun'un ekibinden başta Recai Ergin, Musa Öğün gibi komutanlar olmak üzere 850 subay ordudan atıldı. Orgeneral Ersun, Askeri Yüksek idare Mahkemesi tarafından Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine iade edildiği halde, Genelkurmay onu görevine başlatmadı! O günlerde damat Homriş Özel Harp Dairesi'nden ayrılmak zorunda kaldı. Başta Şahap Homriş olmak üzere MİT'ten de, MHP'li ekip tasfiye edilmeye başlanmıştı.[ ] 19 Bütün provokasyonlara rağmen 5 Haziran 1977'de seçimle r yapıldı. CHP oylarını yüzde 41,4'e çıkararak birinci parti oldu. MHP umduğunu bulamamıştı: Oylarını ancak 6,4 çıkarabilmişti. Alpaslan Türkeş; ne darbeden, ne de- seçim sandıklarından umduğunu bulabilmişti... Ne seçimle, ne de cuntayla iktidar olamayacaklarını artık anlamaya başlamıştı... Meclis'te tek başına çoğunluk sağlayamayan Ecevit'in kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamadı İkinci MC kuruldu. 21 Temmuz 1977'de kurulan İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti'nde Türkeş bir kez daha Başbakan Yardımcılığı koltuğuna oturdu. Ancak Cephe Hükümeti'nin ömrü uzun olmadı, 29 Aralık 1977'de verilen gensoruyu 14 bağımsızın da desteklemesiyle düştü. CHP-bağımsızlar hükümeti kuruldu. Bu tarihten sonra Türkiye, hızla kitlesel eylemler sahnesine sürüklenecekti... MHP'nin devletten tasfiye edildiğini gören Türkeş, daha radikal tedbirlere başvurarak, devleti bir an önce CHP'nin elinden kurtarma stratejisini yaşama geçirdi. Oluk oluk kan akıyordu. Tüyler ürpetici cinayetler işleniyordu: Örneğin, Ankara'da ODTÜ mezunu mühendis Salih Kandemir ülkücüler tarafından Ankara Otobüs Terminali'nden kaçırıldı. İşkenceli sorgulamadan geçirildi. Sonra boğularak öldürüldü. Ardından ölümünden emin olmak için gırtlağı kesildi. Solcu mühendis Kandemir'in cesedi 21 Aralık 1977 günü bulundu... Bu cinayetlerde artık "paravan örgüt" adları da kullanıyorlardı. Dönemin ülkücü liderlerinden Esat Bütün bugün bu örgütlerden şöyle sözediyor: "ETKO; TİT, TÜŞKO gibi isimleri biz sola olan kompleksimizden kullanırdık. Hani onlarda var ya, TİKKO, THKO gibi..." ÜGD İkinci Başkanı Çatlı Siyasi kaosun ülkeyi alt üst ettiği sıralarda, Abdullah Çatlı da ülkücü hareket içindeki merdiveni hızla tırmandı... 2 Nisan 1978'de Ülkü Ocakları Derneği 7'nci Olağanüstü Kongresi'nde, Ülkü Ocakları Derneği'nin asil üyeliğine seçildi... İki ay sonra, 25 Mayıs 1978'de ülkücü gençlik için en ideal statü olan, Ülkücü Gençlik Derneği'nin ikinci başkanlığına yükseldi. ÜGD merkezi, Ankara'da Demirtepe'deki Necatibey Köprüsünün yanındaki apartmanın 8. katıydı. Önce tek bir daireydi, daha sonra yanındaki daire de kiralandı. Artık burası Çatlı'nın yeni mekânıydı. Peki, 22 yaşındaki Çatlı nasıl ÜGD ikinci başkanı oluvermişti? Hangi kişisel özellikleri onu bu aşamaya taşımıştı? Çatlı artık ülkücü camiada iki yönüyle tanınıyordu. Teşkilatçı ve gözükara... Ondan önceki dönemlerde Ankara il başkanları yapılacak eylemleri bölge başkanlarına söylüyor, bölge başkanları da şubelere bildiriyordu Çatlı ise bu "bürokratik" işlemleri kaldırarak eylemi direkt gerçekleştirecek kişiye söylüyordu. Ayrıca çevresinde kendisine bağlı bir "çelik çekirdek" oluşturmuştu. Eylemleri bunlara yaptırıyordu. Bu örgütlülük bir olayın açığa çıkması sonucu çok az kişinin yakalanmasını sağlıyordu: Azmettiren ve eylemi yapan Diğer bürokratik yapıda birçok kişi, çorap söküğü gibi ortaya çıkarılıp cezaevlerine yollanıyordu. Ancak Çatlı, bu kendi "tarzı" yüzünden birçok olayın azmettiricisi olarak yıllarca aranmak durumunda kalacaktı. Baba Çatlı kızına hediye götürüyor O aynı zamanda baba olmanın gereğini de yerine getirirdi. Hafta sonları elinden hiç eksik etmediği hediye paketiyle Nevşehir'e, eşini ve kızını görmeye giderdi Gökçen Çatlı'dan dinleyelim. Bir seferinde bana 'banyoya bakar mısın?' dedi. Banyoda alt üst etek, kırmızı pabuç, kırmızı çorap vardı. Gelinlik giymiş bebek getirirdi. Bir seferinde de uzaktan kumandalı araba getirdi, Nevşehir'de ilk uzaktan kumandalı araba benim olmuştu. Sonrada hiç ihmal etmedi. "Baba Çatlı" evine, kızına hediyeler götürürken, Türkiye kan kaybetmeye devam ediyordu: Ecevit Hükümeti'nin kurulmasından sonraki 3 ay içinde toplam 187 kişi yaşamını kaybetti. Ülkücüler illegal yaşamayı da öğrenmeye başladılar. Çatlı sadece kızına hediye götürmüyor, aranan ülkücülere de sahte kimlik "hediye" ediyordu. Arananlara sahte kimlik yapıp veriyorlardı. Çatlı sahte kimlik yapmayı öğreniyor Abdullah Çatlı yaşamı boyunca birçok kez işine yarayacağı sahte kimlik yapımını ülkücü arkadaşı Ali Kaçar'dan öğrendi. Önceleri sadece sahte öğrenci şebekesi yapabiliyorlardı. Bunun için kaçak şahıstan bir fotoğraf isteniyor, ülkücülerin hakim olduğu okuldan bir şebeke alınıyor, fotoğrafı yapıştırıldıktan sonra okulun mühürü vuruluyordu. Daha sonra sahte nüfus cüzdanı yapmayı öğrendiler: Ülkücülerden herhangi birinin nüfus cüzdanı alınıp, fotoğrafı sökülerek aranan ülkücünün fotoğrafı yapıştırılırdı. Bunun bir başka yolu ise, ülkücü muhtarlardan aranan ülkücü adına nüfus cüzdanını kaybettiğine dair belge alınır, bu belge nüfus işlerine götürülür, oradaki ülkücü memurlar tarafından aranan kişiye yeni bir hüviyet yapılırdı. Burada dikkatli olunması gereken en önemli husus kimliğini kaçak ülkücüye veren kişinin bu olaydan haberdar olmasıydı. Aksi takdirde basit hatalar yüzünden kaçak ülkücü yakalanabilirdi. Cezaevinden ülkücü kaçırma Cezaevlerinden sahte evraklarla ülkücü kaçırmayı da öğrendiler. Bu "işi" onlara öğreten de eski bir sabıkalı olan İbrahim Songür'dü. Bu adamın "mesleği" Türkiye'yi terk eden başta Ermeniler olmak üzere azınlıkların evlerini sahte belgelerle zimmetine geçirmekti. Cezaevinde ülkücülerle arkadaş olmuştu. Özellikle cezaevleri sorumlusu ülkücü Selahattin Sarı'ya sahte evraklarla bazı kişileri rahatlıkla dışarıya çıkarabileceğini söylüyordu sürekli... Selahattin Sarı zaten her hafta cezaevlerindeki ülkücülerin durumu ve ihtiyaçları konusunda ÜGD Hukuk Masası'na rapor hazırlıyordu. Son raporunda dolandırıcı İbrahim Songür'ün teklifini de yazdı. ÜGD Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı ve Hukuk Masası şefi Ali Kaçar bu teklifi tartıştılar. Olabileceğine karar verdiler. Ali Kaçar cezaevine giderek dolandırıcı İbrahim Songür'le görüştü. Anlaştılar. Plan şöyleydi İbrahim Songül cezaevinden kaçırılması düşünülen kişi için Yargıtay veya herhangi bir mahkeme adına tahliye kararı yazacaktı. Bu yazı cezaevinden dışarı çıkarılarak daktilo edilecek ve tekrar İbrahim Songül'e ulaştırılacaktı. Daktilo edilmiş metin, bu yılların deneyimli "üçkağıtçısı" tarafından yapılan sahte mühürle mühürlenecekti. Son gelinen noktada da, mühürlenen tahliye yazısı cezaevinden tekrar çıkarılarak, mahkemenin yapıldığı yerden veya dava Yargıtay'da ise Ankara'dan, ülkücünün bulunduğu cezaevine postalanacaktı. İlk deneme yapıldı. Ali Bülent Orkan ve Erdal Kabakum bu plan dahilinde cezaevinden kaçırıldı. ÜGD merkezi cezaevinden kaçırılacak kişilerin kim olacağına belli koşullara bağlı olarak karar veriyordu. Öncelikli şart, cezaevinden kaçırılan kişinin, merkezin verdiği her türlü eylemi yapma zorunluluğuydu. Örneğin Ali Bülent Orkan Çankırı Cezaevi'nden sahte belgeyle kaçırıldıktan bir süre sonra Ankara Piyangotepe'de bir kahveyi tarayarak 7 kişinin ölmesine neden olacaktı ve daha sonra da yakalanıp idam edilecekti... Eskişehir Cezaevi'nden kaçırılan Erdal Kabakum ise bomba yapımında ustalaşmıştı. Yakalandığı Balıkesir'de polise verdiği ifadede, cezaevinden kaçtığı süre içerisinde 13 bomba yapıp çeşitli yerlere attığını itiraf etti... Ülkücüler sahte kimlikler yapmayı, cezaevinden arkadaşlarını kaçırmayı çok çabuk öğrenmişlerdi. Çok çabuk öğrendikleri bir başka ustalığı da silah kullanmada gösterdiler. 70'li yılların başında tek tük olan tabanca sayısı bu yıllarda neredeyse her ülkücünün silah taşımasına kadar vardı. Artık tabanca bile yetersiz kalmaya başlamış, otomatik makinalılar dönemi başlamıştı. 23 Şubat 1978 tarihinde portakal yüklü bir kamyonda arama yapan Ankara polisi, portakal sandıkları içerisinde yüzlerce makinalı tüfek bulmuştu. Silahların sahipleri MHP Gençlik Kollan üyesi Ali Halama, Sami Ocak, Ekrem Pazarcı. Fuat İstanbulluoğlu'ydu... Amerikalı gazeteci Ülkücüler yaptıkları eylemlerle yavaş yavaş yurt dışında da popüler olmaya başlamışlardı. Türkiye'nin böyle bir döneminde Washington Post gazetesi muhabirinin Ülkü Ocakları İkinci Başkanı Abdullah Çatlı ile röportaj yapması son derece ilginçti. Amerikalı muhabirin, "Siz 22 yaşındasınız, böyle büyük bir derneği nasıl yönetebiliyorsunuz?" sorusuna Çatlı, "Fatih Sultan Mehmet'te İstanbul'u fethettiğinde aynı yaştaydı" yanıtını verdi. Arkadaşlarının anlattığı ilginç olaylardan biri de, Almanya'nın nasyonalist gençlerinin Türkiye'ye gelip Çatlı'dan akıl almış olmalarıdır: Ona, "Siz Türkiye'de çığ gibi büyüyorsunuz, komünizmle harika mücadele ediyorsunuz. Biz de sizin gibi büyük bir hareket olmak istiyoruz. Ne yapabiliriz?" şeklinde fikir danışıyorlardı. Hitler'in sempatizanları Çatlı'dan akıl alıyorlardı! Terörü tırmandırma stratejisi: Ünlü isimler öldürülüyor 1978 yılından itibaren Türkiye'nin aydınları peşpeşe suikastlara uğramaya başladılar: Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz, 24 Mart 1978'de evinin önünde Anadol marka arabasını çalıştırıp ısınmasını beklerken, altı el ateş edilerek öldürüldü. Balistik uzmanları cinayetten bir ay sonra, 5 Ocak günü, Demirlibahçe'de Muzaffer Üstünel adındaki gencin öldürülmesinde kullanılan 9 mm. çaplı 14'lü tabancanın Doğan Öz'ün öldürülmesinde de kullanıldığını kanıtladılar. Muzaffer Üstünel'i öldürenler ülkücülerdi Katillerin nerede aranacağı belli olmuştu Ülkücülerin karargâhlarından biri olarak bilinen Ankara Ticaret Ve Turizm Yüksekokulu daha sıkı izlenmeye başladı. Bu okulun öğrencilerinden İbrahim Çiftçi, bir genç kızın yolunu kesip tehdit edince gözaltına alındı. Sorgulaması sırasında polislerden biri Çiftçi'nin Doğan Öz'ün katilinin tarifine çok benzediğini farketti. Tanık Hayati Erdoğan emniyete çağrılarak teşhis yaptırıldı. Bu an teşhis tutanağına aynen şöyle geçti "Tanık Hayati Erdoğan, beş kişi arasına karıştırılmış İbrahim Çiftçi'yi görünce önce sarardı, sendeledi ve buydu, buydu, savcıyı vuran buydu diye konuştu...[ ] 20 Çiftçi suçunu itiraf etti ve kendini azmettirenler olarak Ankara Ülkü Ocakları ikinci Başkanı Hüseyin Demirel ile Muzaffer Üstünel'i öldürmekten hakkında gıyabi tevkif bulunan Hüseyin Kocabaş'ın isimlerini verdi.[ ] 21 Doğan Öz ile başlayan bu cinayetler, Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Dr. Ümit Doğanay, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Doçent Orhan Yavuz, TRT prodüktörü ve yazar Ümit Kaftancıoğlu, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ile uzadı gitti. Çoğu Türkiye'nin içine düşürüldüğü "istikrarsızlaştırma" komplosuna kurban giden bu aydınlarımızın katillerinden bir kısmı yakalanıp yargılandı, bir bölümü faili meçhul kaldı Fendoğlu'na bombalı paket Terör Türkiye'yi esir almaya başladı. Artık devreye "profesyoneller" giriyordu. Tabancalar yerini bombalara bıraktı: ADMMA'den çıkan üniversiteli öğrencilerin üzerine, kontrgerillanın açığa çıkarılması için Meclis'te olağanüstü çalışma yürüten CHP Milletvekili Süleyman Genç'in evine, Halkevleri Genel Merkezi'ne bombalar atıldı. Bombalar sadece Ankara ve İstanbul'da patlamıyordu... Bazen başka illere de gönderiliyordu... 6 Nisan 1978 tarihinde Ankara Kızılay Postahanesi'nden, son günlerde CHP'ye yakınlaşan Malatya Bağımsız Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu'na bir paket gönderildi. Bir gün sonra benzer bir paket yine aynı postahaneden Kahramanmaraş'ın Pazarcık İlçesi solcu Belediye Başkanı'na gönderildi. Hamit Fendoğlu kendine gönderilen paketi 17 Nisan'da açtı. Açmasıyla birlikte gelini ve torunuyla birlikte öldü. 22 Pazarcık Belediye Başkan'ına gönderilen paket ise yerine ulaşmadan posta memurunun elinde patladı.[ ] 23 Bu iki bomba Malatya ve K.Maraş'ta onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalara zemin hazırladı.[ ] Ne oluyordu? 1978 başında CHP hükümetinin iş başına gelmesiyle birlikte MHP yeni bir iktidar stratejisi aramaya başlamıştı. Siyasal ve toplumsal gerilimi sürekli artırmaya yönelik bir stratejiydi bu. Şiddet tırmandırılarak terör kitleselleştirilecekti. Öte yandan da etnik-mezhepsel temele dayalı ayrımcılık körüklenerek gerginlik tırmandırılacaktı. Terörden korkan sağcı Sünniler kendilerini korumak için MHP'ye sığınacaklardı. Böylece sağın önderliği MHP'ye geçecekti Bir diğer amaç da, tıpkı 1977 seçimlerinden önce olduğu gibi,"devlet gücüne sivil destek" misyonu doğrultusunda. Derinleştirilen bu bunalıma müdahale edecek askerin yanında yer alarak iktidara yerleşmekti. Bunun ilk adımı ise sıkıyönetimdi. İşte "bu kutsal dava"lar uğruna ülkücü terör artık hedef bile seçmemeye başladı... "Polislerle arama yapardık" Şuursuz terör oluk oluk kan akıtıyordu... 16 Mart'ta İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üzerine bomba atıldı, 7 öğrenci öldü.
8 Ağustos'ta Ankara Tepecik'te seyir halindeki halk otobüsü tarandı, 5 kişi yaşamını kaybetti. Olayların biri bitiyor, ne olduğu anlaşılamadan diğeri başlıyordu... 10 Ağustos 1978'de Ankara'nın Balgat semtindeki iki kahve silahla taranarak 5 kişi öldürüldü. Bu olaydan yargılanıp idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu'nun 22 Eylül 1980 tarihindeki itirafları, 1970'lı yılların sonlarında ülkücü hareketin hangi noktalara geldiğini de ortaya koyuyordu:[ ] 25 "1976 senesinde mahalleden komşu olduğum Mehmet Varlık ve İsmail Köksal vasıtasıyla Haydar Şahinle tanıştım, İlk defa bu şahsın telkinleriyle ülkücü olmaya karar verdim ve bunların vasıtasıyla Bahçelievler'de Ülkü Ocakları'nın açtığı tekvando kurslarına gittim. "Daha sonra Ömer Müjdeci, Haceli Bahşi, Abdurrahman Yurtsever, Ahmet Çil, Haydar Şahin'le Karapınar Mahallesi'nde kitaplık teşkilatını kurduk. Bu teşkilatımız Dikmen Büyük Ülkü Derneği'ne bağlıydı. Size teşkilatlar hakkında bilgi vermek istiyorum. Mahallelerde kitaplık teşkilatlan vardır. Daha büyük mahallelerde ise Büyük Ülkü Derneği'nin şubeleri vardır. Kitaplıkların başkan ve başkan yardımcısı Ankara Ocağı'ndan atanır. "Örgütün kitaplıklarda ve Büyük Ülkü Derneği şubelerinde iki türlü silah vardır. Şahsa ait silahlar ve örgüte ait silahlar. Bu silahlar Ankara Ocağı'nda veya Genel Merkez'de bulunmaz, mahallelerdeki teşkilatlardadır. "Bizim Karapınar'daki kitaplığımıza Asayiş Şubesi'nde görevli şoför olarak çalışan polis memuru Mustafa gelirdi. Birkaç polis daha gelirdi ama onların isimlerini bilmiyorum. Biz bu polislerle mahallede komünist olarak tanıdığımız şahısların evlerini aramaya giderdik. Bu polisler yaptığımız aramalarda ele geçirilen silahları bize verirlerdi. "Bir eylem yapılacağı zaman eylemi yapacak olan örgüt şubesine Ankara Ocağı'ndan ve Büyük Ülkü Derneği Genel Merkezi'nden haber gönderilir. Bu haber sonucu mahallelerdeki teşkilatlardan talimat verilen şube veya kitaplık görevlisi silahları getirir. Eylem yapacak kişi de Ankara Ocağı'na veya Büyük Ülkü Derneği'ne gelir, silahı alır, eylemi yaptıktan sonra silahı tekrar getirir, aldığı yere teslim eder. Pehlivanoğlu'nun itirafında Çatlı "Büyük Ülkü Derneği emir ve direktif veren temsilci bir örgüt, Ankara Ocağı ise Büyük Ülkü Derneği'ne bağlı vurucu güç ve icra organıdır. Emir ve direktifleri verenler, eylemleri yönlendirenler Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu, Şevkat Çetin ve Esat Bütün'dür. Örgütte daha ziyade Vizör, Baretta ve Browning ile Mat otomatik tabancalar vardı. Ancak son zamanlarda Smith Wesson tabanca kullanılıyordu, Zira bu tabanca boş kovan bırakmıyordu. "Gerek kitaplık, gerekse oba ve şubeler yapılan eylemler hakkında Genel Merkez'e raporlar verirler. Her hafta Ankara Ocağı'nda ve Büyük Ülkü Derneği Genel Merkezi'nde başkanlar seviyesinde toplantılar olur. Benim örgüte girdiğim 1976 ve müteakip senelerde Büyük Ülkü Derneği'nin başkanları sırasıyla Ali Batman, Muhsin Yazıcıoğlu'ydu. Ankara Ocağı'nın başkanları ise Abdullah Çatlı, Esat Bütün'dü. Muhsin Yazıcıoğlu ve Abdullah Çatlı en faal isimlerdi. İstanbul teşkilatını Genel Merkez'e bağlayan bu ikili olmuştur. "Bizim mahalledeki kitaplığa İsa Armağan illegal olarak Akdere bölgesinden gelip katıldı. Bu şahsın görevi eylemler yapmak ve önderlik yapmaktı. Eylemlerde bizi örgütleyen ve bize silah temin eden kişi İsa Armağan'dı. Mahallede ve çevrede sol görüşlü olarak tanıdığımız birçok kişinin evini bombaladık, dinamitledik, kurşunladık Karapınar kitaplık kolunda bir süre görev yaptıktan sonra ben, İsa Armağan, Haydar Şahin, İsmail Köksal, Mehmet Varlık. Sebahattln Bayrak, Remzi Ağaçbekler, Fehmi Kandemir kitaplıktan ayrılıp tamamen Genel Merkez'de Abdullah Çatlı'nın emrine girdik, hepimiz bu şahsın emrinde illegal olarak öldürme, yaralama eylemlerini gerçekleştirdik."
Şifreler...şifreler... Mahallelerde kitaplık kurulmasının amacı elbette ki gençlere okuma alışkanlığı sağlamak değildi. Ülkücüler arasında kullanılan bazı şifreler bu kitaplıkların ne amaçla kullanıldığını gösteriyor. İşte birkaç örnek: Dış Politika ve Kıbrıs: Dinamit. Türkiye Tarihi: Büyük Otomatik Tabanca. Gönül Seferberliği: 14'lü tabanca. Dündar Taşer'in Büyük Türkiye'si: 7.65 mm tabanca vs... Ülkücü gençler "kitaplıklarının" ihtiyacı olan "eserleri" Genel Merkez'e şöyle rapor ediyorlardı: "Bizim elimizde 2 adet Türkiye Tarihi ile 3 adet Gönül Seferberliği adlı kitaplar var. Bizim acilen Dış Politika ve Kıbrıs adlı kitaba ihtiyacımız var." Kitaplık ve kitabın ne olduğu saptamasından sonra Pehlivanoğlu'nun anlatımlarına devam edelim: "Abdullah Çatlı, İsa Armağan'la temas kuruyor ve talimat veriyordu. Verilen bu talimatı ise İsa Armağan bize aktarıyordu. "Ben 1977 yılının 5'inci veya 6'ıncı aylarında ideolojik nedenle (silah) sıkmaktan cezaevine düşmüştüm. Bu suçumdan 29 gün yattıktan sonra tahliye oldum. Mahkemem devam ederken bu sefer silahlı çatışmadan tekrar yakalandım. İlk aldığım cezam tecil edilmişti. Fakat belirli bir süre geçmeden tekrar suç işlediğim için iki cezam birleşerek 21 ay gün aldım ve cezamı çekmek üzere Nevşehir Kozaklı Cezaevi'ne nakledildim. Orada 6 ay 20 gün yattıktan sonra tahliye edilerek Ankara'ya döndüğümde İsa Armağan ve diğer arkadaşlar ziyaretime geldiler. İsa Armağan bana, Abdullah Çatlı ile birlikte suç dosyalarından bir tanesini yok ettikleri için benim kısa sürede tahliye edildiğimi söylediler.[ ] 26 "Ben bir müddet mahallede kimse ile ilişki kurmadım. Niyetim askere gitmekti. Ancak İsa Armağan birkaç kere ısrar edince Maltepe'de bulunan Ülkü Ocakları Derneği'nin genel merkezine giderek Abdullah Çatlı ile görüştüm. Kendisine askere gideceğimi söylediğim halde, bir müddet beklememi ve arkadaşlara yardım etmemi istedi. "İsa Armağan sürekli olarak kendisinin Ankara sorumlusu olduğunu ve bir örgüt kurduklarını söyleyerek benim de bu örgüte girmemi istiyordu. Genel Merkez'de İkinci Başkan Abdullah Çatlı ile sonraki görüşmemizde, İsa Armağan'ın kurduğu örgütü teyit ederek, isminin TÜŞKO (Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu) olduğunu, bu örgütün Türkiye çapında kurulduğunu ve Ankara sorumlusunun İsa Armağan olduğunu belirterek onlara yardımcı olmamı istedi. "İsa Armağan genellikle yapılacak eylemler hakkında bir şey söylemezdi. Birlikte çıktıktan sonra ne yapılacağına karar verirdi. Bu tür emirleri Abdullah Çatlı'dan alırdı." Balgat katliamı İdam edilen Mustafa Pehlivanoğlu, Abdullah Çatlı'nın talimatlarını ve yaptıkları eylemleri tek tek tüm ayrıntılarıyla itiraf ediyor. Özellikle 5 kişinin öldüğü ve 14 kişinin yaralandığı Balgat katliamını bakın nasıl anlatıyor. "1978 yılı Ramazanının 10'uncu günüydü. Bir akşamüzeri ben eve iftar yapmaya giderken, İsmail Köksal ile karşılaştım. Bana İsa Armağan'ın (beni) çağırdığını söyledi Birlikte mahallemizde bulunan ilkokulun arkasına gittik. İsa orada bekliyordu. Daha doğrusu, bir gün önce İsmail Köksal ile birlikle bir otoyu gasp ettikten sonra gece Keklikpınarı'na bırakmıştık. İsa Armağan o aracı aldıktan sonra bahsettiğim okulun arkasında araba ile bizi bekliyordu. İsmail ve ben arabaya bindik, hatta ben direksiyona geçtim. "Keklikpınarı'na çıkarak arkadaşımız Fehmi Kandemir'in evine gittik. İsa Fehmi'nin evine gitti, biz arabada bekledik. Biraz sonra İsa elinde bir çanta olduğu halde Fehmi ile birlikte gelip arabaya bindiler. Balgat'ta bulunan Amerikan tesislerine geldiğimizde Fehmi direksiyona geçti. Ben ön kısımda Fehmi'nin yanına oturdum. Arabanın arkasında ise solda İsmail, sağda İsa oturuyordu. İsa elindeki çantayı açarak bana Çek yapısı bir tabanca, İsmail'e 12'lik Baretta marka tabancayı verdi. Kendisinde de otomatik Mat marka tabanca bulunuyordu. Ayıca çantada bir de el bombası vardı. "Balgat'ın içine girdik, kahvelerin bulunduğu yolda, solda bulunan ilk kahveye geldiğimizde İsa, İsmail'e ateş etmesini söyledi. İsmail 2-3 el ateş ettikten sonra geriye yaslanınca, bu sefer İsa Armağan elindeki otomatik silahla kahveyi taradı. Bu sırada araba yavaş hareket ediyordu. Aynı şekilde ikinci kahveyi de taradıktan sonra sağ tarafta bulunan başka bir kahvenin hizasına geldiğimizde İsa Armağan kahveden çıkan olmasın diye benim de ateş etmemi söyledi. Ben iki el havaya ateş ettim. Bu şekilde yukarı doğru çıkarken solda bulunan 3'üncü kahveyi de İsmail ve İsa Armağan taradılar. Akabinde süratle olay yerinden uzaklaştık. "İsa Armağan önce çalıştığı hastaneye gitti, oradan Genel Merkez'e giderek Reis Abdullah Çatlı'ya olayı anlatmış. Abdullah Çatlı da Ankara'da kalmamızın sakıncalı olduğunu ve Ankara dışına çıkmamız gerektiğini söylemiş." Önce İsa Armağan yakalandı. Arkasından bankadan para çekerken Mustafa Pehlivanoğlu ile İsmail Köksal Adapazarı'nda yakalandılar. İşin garip tarafı, Mustafa Pehlivanoğlu ile İsmail Köksal'ı Adapazarı'ndan alıp daha güvenilir bir yere götürmek isteyen Abdullah Çatlı da 23 Ağustos 1978 günü, Ülkücü Gençlik Derneği'nin 06 PD 137 plakalı otosuyla Ülküdaşı Nevzat Bor'la birlikte Sakarya'ya gelirken yolda yakalandı. Ancak hemen serbest bırakıldı. Balgat katliamı failleri polisle köşe kapmaca oynarken, Çatlı başka bir katliamın planlarını yapmaktaydı. Bahçelievler katliamı[ ] 27 Tarih 9 Ekim 1978. Saat 20.00 Erzurum'dan tanışan Haluk Kırcı ile hem Emek bölgesinin sorumlusu hem de Ankara İl ikinci Başkanı olan Mahmut Korkmaz'ın kaldıkları Tokat Öğrenci Yurdu kurşunlandığı için kiracı olarak yerleştikleri Bahçelievler 17'inci sokaktaki eski bir apartmanın bodrum katında Ülküdaş misafirleri vardı; "Büyük Reis" Abdullah Çatlı Bahçelievler bölge sorumlusu Ahmet Ercüment Gedikli ve Kürşat Poyraz. Daha önce hazırlanan plan tekrar gözden geçirildi. Durumdan iyice emin olmak için "İdi Amin" kod isimli Haluk Kırcı Bahçelievler 15'inci sokak 56/2 adresine tekrar gönderildi. Haluk Kırcı eve gidip kapıyı dinledi Sonra Koşa Koşa arkadaşlarının bulunduğu kendi evine döndü. "İçeriden 2-3 kişinin sesi geliyor" dedi. Eylemi o akşam yapmaya kartı verdiler. Ercüment Gedikli takviye güç için Dadaş kahvesine gidip, daha önce yapacakları bu eylemle ilgili olarak bilgi toplayan Ömer Özcan ve Duran Demirkıran'ı buldu. "Hareket bu akşam yapılacak kalkın benimle gelin" dedi Saat 22.00 suları Bahçelievler 15'inci sokaktaki 56 nolu apartmanın 300 metre sağında trafonun yanına gözcü olarak Durun Demirkıran bırakıldı. Apartmanın bir köşesinde ise Ömer Özcan gözcülük yapacaktı. 16'ıncı sokağa giren küçük caddenin başındaki otomobilin içinde Abdullah Çatlı vardı. Plana göre içeriye dört kişi girecekti; Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz. Bu dört kişi ürkek adımlarla 56 nolu apartmana girdiler. 2 numaralı dairenin önüne gelince bellerindeki silahları çıkardılar. Ercüment Gedikli kapıyı zorladı, açamadı. Zile bastılar. Kapının açılmasıyla birlikte eve daldılar...
çeride Türkiye İşçi Partisi üyesi beş öğrenci vardı: ODTÜ elektrik bölümü öğrencisi 23 yaşındaki Serdar Alten. Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi 26 yaşındaki Hürcan Gürses. Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi gazetecilik bölümü öğrencisi 23 yaşındaki Efraim Ezgin. H.Ü. İstatistik bölümü öğrencisi 20 yaşındaki Osman Nuri Uzunlar ve yine aynı okuldan 20 yaşındaki Latif Can. Televizyondaki Vakıf adlı diziyi seyretmekte olan öğrenciler elleri silahlı dört kişiyi görünce şoke oldular. Saldırganlar da şaşırdı. Evde beş kişi olmasını beklemiyorlardı. Bildikleri en fazla üç kişi olduğuydu. Hemen hemen aynı yaştaki saldırganlar, evdekilerin ellerini arkadan bağlayıp yüzükoyun yere yatırdılar. Odaları dolaşıp arama yaptılar. Haluk Kırcı, "Böyle devrimcilik mi olur, evde bir silah bile yok," dedi. Evde silah yoktu, saldırganların evde tek bulabildikleri, Genç Öncü, Çark Başak ve Yürüyüş adlı dergilerdi. Ve başta Aziz Nesin olmak üzere bazı ünlü yazarların kitapları... Saldırganlar evdekilerin sayısının fazla olması nedeniyle aralarında biraz tartıştılar. Bir de arabada bekleyen reise danışmaya karar verdiler. Kürşat Poyraz ve Ercüment Gedikli dışarı çıkıp durumu anlattılar. İkisini Eskişehir yolunda Abdullah Çatlı, Kürşat Poyraz'ı yanına alarak, "Ben şimdi geliyorum, beni bekleyin" dedi. Çatlı ve Kürşat otomobille hareket edince, Ercüment gözcülerin yanına gidip onları uyardı: "Aman dikkatli olun, sinek uçsa bize haber verin". Kısa bir zaman geçti.... Reis Çatlı döndü. Onlara bir şişe eter ve pamuk getirmişti. Kürşat Poyraz ve Ercüment Gedikli eteri ve pamuğu alıp eve girdiler. Yerde yatan beş gencin yüzüne sırasıyla etere batırılmış pamuğu bastırdılar. Tam o sırada kapı kısa aralıklarla üç kez vuruldu. Saldırganlar telaşlandılar, kim olabilirdi ki gecenin bu saatinde? Kapıyı açtılar, iki kişi daha gelmişti Türkiye İşçi Partisi üyesi Faruk Erzan ve Salih Gevence Evde bulunanların sayısı bir anda, 4'ü saldırgan 7'si mağdur 11 kişi olmuştu... Tekrar reisleri Çatlı'ya koştular, durumu haber verdiler. Çatlı soğukkanlılığını kaybetmedi, Emrini verdi "Sonradan gelen iki kişiyi alıp otomobile getirin." Kürşat Poyraz ve Haluk Kırcı, Salih Gevence İle Faruk Er-zan'ı Çatlı'nın otomobiline getirdiler Kürşat Poyraz otomobilin önüne, Çatlı'nın yanma; Haluk Kırcı ve tabanca tehdidi altındaki iki TİP'li genç arka koltuğa oturdular. Araba Bahçelievler'den çıkıp süratle İstanbulEskişehir yoluna yöneldi 10 dakika sonra, Balmumcu Yolu'nun 13'üncü kilometresine vardılar... Otomobil durdu. Abdullah Çatlı aracın motorunu çalışır durumda tutarken, farlarını söndürdü. İki TİP'li genç, Haluk Kırcı ve Kürşat Poyraz tarafından yol kenarındaki tarlanın içine doğru 600 metre götürüldü. 24 yaşındaki Faruk Erzin'in kafasına üç, 26 yaşındaki Salih Gevence'nin kafasına da üç kurşun sıktılar... Gecenin vahşeti henüz bitmemişti...
Otomobil aynı hızla yine Bahçelievler 15'inci sokağa geri döndü. Haluk Kırcı ve Kürşat Poyraz arabadan inip eve girdiler. Evde bulunan Ercüment Gedikli ve Mahmut Korkmaz, beş TİP'li genci eterle bayıltmıştı. Aslında Çatlı'nın yolda yaptığı plan değişikliğine göre, evdeki "esirler" ikişer ikişer otomobile bindirilip Eskişehir yoluna götürülecekti... Bu arada Serdar Alten'in yarı uyanık olduğunu gördüler, kollarına girip otomobile götürdüler. Reis,"Hemen geri götürün, biraz önce buradan ekip arabası geçti. Belki Eskişehir yolundaki cesetleri bulmuşlardır, işi siz evde bitirin," emrini verdi. Serdar Alten eve geri götürüldü... Evin içindeki vahşet Saldırganlar beş solcu genci nasıl yok edeceklerini tartıştılar. Haluk Kırcı, "Ben iple boğarım," dedi. Bu teklife arkadaşları bile şaşırdı: "Sahi yapabilir misin?" Haluk Kırcı, "Denerim," dedikten sonra içeri gidip telden yapılmış bir askı getirdi. Osman Nuri Uzunlar'ı sürükleyerek mutfağa götürdü. Telle boğazını sıktı. Ancak telle boğamayacağını anlayınca gidip banyodan bir havlu aldı. 20 yaşındaki Uzunlar'ın yüzüne havluyu bastırdı... Dakikalar geçti, Osman Nuri Uzunlar havlunun altında can çekişiyordu... Üniversite öğrencisi Uzunlar'ın öldürülmesi epey zaman aldı! Bunun üzerine Haluk Kırcı ülkücü arkadaşlarına dönüp, "Bu böyle olmayacak, siz evden çıkın, ben hepsinin kafasına sıkıp çıkarım," dedi. Eskişehir yolunda kullandığı silahını ülküdaşı Kürşat Poyrazla değiştirip, ondan mermi dolu 14'lü tabancayı aldı. Ercüment Gedikli, Kürşat Poyraz, Mahmut Korkmaz dışarı çıktılar. Ercüment Gedikli gözcülük yapan Ömer Özcan ve Duran Demirkıran'a "görevlerinin" bittiğini bildirdi. Sonra Çatlı ile otomobilde bekleyen Kürşat Poyraz ve Mahmut Korkmaz'la birlikte 15'inci sokaktan hızla uzaklaştılar. Evin içi... Haluk Kırcı otomobilin sesini duyar duymaz silahını elleri arkadan bağlanmış yerde yatan dört gencin üzerine boşalttı... Serdar Alten'ın mide ve bağırsaklarım üç kurşun; Hürcan Gürses'in kalp ve böbreğini üç kurşun; Efraim Ezginin başını dört kurşun Latif Can'ın akciğerini iki kurşun parçaladı... Tabancasındaki kurşunlan bitiren, "İdi Amin" lakaplı Haluk Kırcı evden koşarak uzaklaştı. 56 numaralı apartmanın tam karşısında olman polis memuru Tuncay Özkul silah seslerini duyarak balkona çıktı. İnce uzun boylu bir şahsın hızla karşı apartmandan koşarak çıktığını gördü. Ev arkadaşı komiser Seyfî Eroğlu'nu uyandırdı. Silahlarını alıp karşı apartmana girdiler, 2 numaralı daireden imdat sesi geliyordu. Kapıyı kırıp içen girdiler. Manzara karşısında dehşete kapıldılar. Dört genç kanlar içindeydi, bir diğerinin başında ise havlu vardı... Gençlerden biri, Serdar Alten ölmemişti. Serdar Alten ölmeden konuşuyor Hemen yardım ettiler, Serdar Alten su istedi. Şoktaydı. O haliyle kendine saldıranların dört kişi olduğunu söyleyebildi ve tarif etmeye başladı: "Kaçanlardan ikisi esmer, ikisi sarışındı. Bize silahla ateş eden ise kıvırcık saçlı, esmer bir çocuktu..." Serdar Alten acele Hacettepe Hastanesi'ne kaldırıldı. O hastanede yaşama kavgası verirken, Haluk Kırcı'nın nefes nefese geldiği öğrenci evinde sabaha kadar gözüne uyku girmedi.
Sabah erken saatte Abdullah Çatlı'nın Cebeci Talatpaşa Bulvarındaki 154/9 numaralı evine gitti. Silahı "Reis"ine teslim etti. Çatlı ve Kırcı hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı yapıp, sohbet ettiler. Radyodan öğle haberlerini dinlediler. 6 kişinin öldüğünü ancak bir kişinin yaşadığını öğrenince telaşlandılar. Ankara'yı terketmeye karar verdiler. Çatlı Nevşehir'e, Haluk Kırcı Erzurum'a gitti... Serdar Alten hastanede yaralı haliyle Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Mehmet Bağış ile Emniyet 2'inci Şube Müdürü Tahsin Gürdal'a[ ] 28 ifade verdi: "Eve dört kişi girdi. Birinci şahıs sarışın uzun boylu, kot pantolon giymişti. İkinci şahıs, esmer geniş kafalı orta boylu kısa saçlı. Üçüncü şahıs, genç kıvırcık saçlı, 16 veya 18 yaşında. Dördüncü şahıs hakkında fazla bilgim yok." Çok acı çektiğini fazla konuşamayacağını belirten Serdar Alten, "Bizi faşistler vurdu, biz ilerici gençlerdik, bu nedenle bizi faşistler vurdu," deyip tam ameliyata girerken son dakikada anımsadığı bir bilgiyi de söyledi: "Beni zorla dışarı çıkardılar. Büyük mavi renkli bir otomobilin yanma götürdüler..." Otomobilde bulunan şahsın orta boylu, 23 yaşlarında biri olduğunu ve diğerlerinin kendisine "reis" diye hitap ettiğini söyleyebildi ve ekledi: "Otomobilin plakası 34 PD, numarasını görmedim..." Serdar Alten 8 gün ölümle pençeleşti. 17 Ekim 1978'de saat 11.30'ta daha bıyıkları bile yeni yeni terlemeye başlamışken yaşama veda etti... Polisler, Serdar Alten'in ifadelerinin izlerini sürmeye başladılar. 34 PD numaralı bir otomobil bulunamamıştı. Olayı çözen tesadüfler Ama tesadüfî iki olay katliamın sanıklarını ortaya çıkardı... Birincisi polise gelen bir ihbardı: "Nevşehir Avanos yolu Üzerinde Kozaklı benzin istasyonu önünde metalik mavi renkli Amerikan tipi büyük bir otomobilin plakasının şehirleri belirleyen numarası önünden kartona yazılmış 34 numarası çıkarıldı Aracın 34 numaralı karton çıkarılmadan önce plaka numarası 34 PD 137 iken çıkarıldıktan sonra altından 06 PD 137 plaka ortaya çıktı!" Polis bu kez 06 PD 137 numaralı plakayı araştırdı. Plaka Ülkücü Gençler Derneği eski 2'inci Başkanı Mustafa Mit'in otomobiline aitti. Otomobil aslında iki yıl önce dernek için alınmıştı ancak Muştala Mit'in üzerine kayıtlıydı. Mustafa Mit yakalanıp gözaltına alındı O tarihte Ülkü Ocakları Başkan Yardımcılarından olan Mustafa Mit'in Deniz Hakim Yarbay Enis Tunga'ya verdiği bilgiler, mahkemenin hazırlık soruşturması sorgu tutanağına şöyle geçti: "1976 yılında Ülkü Ocağı Derneği'nde yaklaşık 4-5 ay kadar süreyle ikinci başkanlık yapmıştım Bu dönemde bizim derneğin başkanı olan Selahattin Sarı bana yaklaşık 130 bin lira kadar para vererek, Teşkilatı dolaşın, bakın uygun bir araba alın,' dedi. Şoför Ali Şeritle[ ] birlikte arabalardan İyi anladığı için çeşitli galerileri dolaştık. 29 "Metalik mavi renkte, 74 model malıbu klasik model bir araba beğendik. Bu sırada arabanın plakası üzerindeydi. Plakası 06 PD 137 idi. Görevde bulunduğum süre içerisinde araba Ali Şerit tarafından kullanıldı. Ben görevden ayrıldıktan sonra otomobil Muhsin Yazıcıoğlu ve Abdullah Çatlı'nın tasarrufundaydı. Otomobilin Bahçelievler olayında kullanıldığını öğrendiğimde kendimi kurtarmak için olayı araştırdım. Olay günü olan 9 Ekim 1978'de aracın, yani 06 PD 137 metalik mavi renkli Chevrolet Malibu'nun Abdullah Çatlı'da olduğunu öğrendim." Ülkücü hareketin önemli isimlerinden Mustafa Mit, Cebeci'deki Acem 51 Çayevi'nde Şevkat Çetin ile yaptıkları bir sohbeti de şöyle anlattı: Bahçelievler'de 7 kişinin öldürülmesi olayında teşkilatın katkısı olabileceğini tahmin ediyordum. Şevkat'e bu soruyu sorduğumda, bizim Çatlı'nın işleri diye bana söylemişti." Abdullah Çatlı 8 Kasım 1978 tarihinde Adapazarı'nda gözaltına alındığında, otomobilin o tarihte cezaevinden tahliye edilen Muhsin Yazıcıoğlu'nu Sivas'tan alıp getirmek üzere oraya gönderildiğini söyledi. İfadesi doğru kabul edildi. Çatlı Ankara emniyetine değil İstanbul emniyetine teslim edildi ve kısa bir süre sonra da Gayrettepe'den serbest bırakıldı. Oysa 06 PD 137 plakalı otomobili Sivas'a götüren Selahattin Sarı ifadesinde, 9 Ekim 1978 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya döndüklerini ve aracın anahtarını ÜGD Genel Merkezi'ne bıraktığını söylemişti... İkinci tesadüfi olay ise oldukça renklidir: Bahçelievler katliamından iki ay sonra bir ahbap toplantısında Semiha Üstündağ adlı bir hanım, katliamdan iki gün önce, Bahçelievler Pazarı'na yiyecek bir şeyler almak için giderken, 3'üncü cadde ile 16'ıncı sokağın kesiştiği yerde, biri orta boylu, kestane renkli aşağı sarkık bıyıklı, diğeri ise zayıf sarışın, uzunca boylu saçını arkaya taramış iki kişinin konuşmasına tanık olduğunu söyler. Elinde zincir ve tesbih bulunan bir kişinin, diğerine, "tamam mı" diye sorduğunu, diğerinin de, "Tamam, 5-6-2," dediğini duyduğunu, Bahçelievler katliamının 56 / 2 numarada olduğunu gazeteden okuyunca aklına bu ilginç olayın geldiğini söyler. İşte bu ahbap toplantısında bulunan polis memuru Recep Oktay duyduklarını meslektaşı Selami Ünal'a, o da komiser Dürüst Oktay'a anlatır. Tanıma uyan kişinin Bahçelievler'in tanınmış ülkücülerinden Duran Demirkıran olduğu ortaya çıkar. Demirkıran 18 Aralık 1978 günü gözaltına alınır. Ve Bahçelievler katliamı faili meçhul olmaktan kurtulur...[ ] 30 Olayda kullanılan eterin Numune Hastanesi eczanesinde görevli bir ülkücü tarafından İbrahim Çiftçi'nin emriyle çalınmış olduğu ise, zamanın Numune Hastanesi Başhekimi Dr. Turhan Temuçin ve Siyasi Şube Müdürü Tayyar Seven tarafından ortaya çıkarılmıştı. Doç.Dr. Cömert'in katilleri Abdullah Çatlı 1978 yılını oldukça 'faal' geçirdi... Doçent Doktor Bedrettin Cömert ve İtalyan asıllı eşi Maria Agustina 11 Temmuz sabahı evden çıkıp arabalarına bindikleri sırada, apartmanlarının alt bölümünde kırmızı bil araba içindeki üç kişinin de otomobillerini çalıştırdıklarına dikkat etmemişlerdi. Direksiyondaki Hacettepe Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Cömert oldukça yavaş seyreden kırmızı otomobili geçip gitmek istedi. Arabayı tam geçmişken arkadaki kırmızı otomobil birden hızlanarak Cömertler'in arabasının yanına geldi. O sırada araçta bulunan üç kişiden ikisi silahlarını çıkarıp Cömert'in otomobilinin içine ateş etmeye başladılar. Doç. Dr. Cömert olay yerinde başından ve göğsünden aldığı kurşunlarla öldü. Eşi ise ağır yaralı olarak kurtuldu.
Doç. Cömert çoğunluğunu Hacettepe Üniversiteli öğrencilerin oluşturduğu 20 bin kişinin katıldığı cenaze töreni ile defnedildi. Cenazede sık sık "Ülkü Ocakları kapatılsın" sloganı atıldı. Soruşturmalar sonucunda polis üç ülkücünün kimliğini tespit etti: Rıfat Yıldırım, Üzeyir Bayraklı ve Ahmet adında bir ülkücü. Ahmet'in kimliği hiçbir zaman ortaya çıkamadı. Çünkü diğer iki sanık çoktan Almanya'ya kaçmışlardı.[ ] 31 Ankara 5'inci Sulh Ceza Mahkemesi Bedrettin Cömert cinayetinde "azmettiren" olduğu gerekçesiyle Abdullah Çatlı hakkında da gıyabi tutuklama kararı çıkardı. Sağmalcılardan toplu firar Reis Abdullah Çatlı dur durak bilmiyordu: Bir ayağı Ankara'da bir ayağı İstanbul'daydı. Abdullah Çatlı, 2 Kasım 1978'de İstanbul'un Sağmalcılar Cezaevi'nden toplu firar eylemini organize etti. Ülkücüler artık tek tek kaçırmıyorlardı arkadaşlarını. 1978'in sonlarına doğru toplu firarlarını organize etmeye başladılar. Sağmalcılar olayında Çatlı'nın planına göre en az 30-40 ülkücünün cezaevinden firar etmesi gerekiyordu. Ancak 13 kişi kaçabilmişti. Üstelik bu 13 kişi de asıl gitmeleri gereken buluşma noktalarına ulaşamamışlardı. Abdullah Çatlı organizasyonunun bu kadar kötü olmasına çok bozuldu. İstanbul teşkilatından birkaç yöneticiyi Ankara'ya çağırıp, "Siz yapamayacaksanız, çekilin, başkaları yapsın," diye azarladı. Cezaevlerinden kaçmak ülkücüIer için neredeyse çocuk oyuncağı gibi olmuştu. Tetikçi ülkücüler ellerini kollarını sallaya sallaya cezaevlerinden firar etmekteydiler. Tıpkı Yozgat cezaevinden kaçan Alpaslan Alpaslan gibi, tıpkı Mamak'tan kaçan Balgat katliamının sanıkları İsa Armağan, Mustafa Pehlivanoğlu gibi. Ülkücüler cezaevi yönetimlerinden de çok yardım görüyorlardı. Yani, bir yerde bu firarlar, ülkücülerin değil, cezaevi personelinin başarısıydı. İdamla yargılanan Mustafa Pehlivanoğlu ile İsa Armağan duruşmaları sürerken 26 Temmuz 1980 tarihinde Mamak Askeri Cezaevi'nden kaçtılar. İsa Armağan yurt dışına çıktı.[ ] 32 Ancak Mustafa Pehlivanoğlu tekrar yakalandı ve idam edildi... Armağan ve Pehlivanoğlu'nun kaçmasında kusuru bulunarak 2,5 yıl hapis cezası alan Mamak Askeri Cezaevi İç Emniyet Amiri Yüzbaşı Hasan Mestçi bakın o günleri nasıl anlatıyor: "Mustafa Pehlivanoğlu mecbur kalmadıkça hücresinden dışarı çıkmazdı. Tek yaptığı hücresinde yere bağdaş kurup bir noktaya saatlerce bakmaktı. MHP'lilerle arası hiç iyi değildi. Dışarı çıkınca yakın arkadaşı olan Balgat katliamı sanıklarından Haydar Şahin'i öldüren Abdullah Çatlı'dan intikamını alacağını söylüyordu. Ayrıca Çatlı'nın kendisinden para aldığını, bunu vermediğini, bu parayla İstanbul'a gittiğini anlatıyordu. Armağan ile Pehlivanoğlu birbirlerinden çok farklı insanlardı. Ben bu iki insanı MHP'lilerin kaçırmadığını kesin olarak söyleyebilirim. Bu olayda hep gizli bir el vardı. Onu bugün bile çözemiyorum." Bayar: "Bu kış komünizm gelecek" 1978 sonunda birçok ilde sıkıyönetim ilan edilince Türkeş yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu. Teşkilatlarına emir gönderdi: "CHP hükümeti sıkıyönetimi bize karşı uygulamak istiyor. MHP'yi ve teşkilatlarımızı kapatmak istiyorlar. Bu süre zarfında mümkün olduğu kadar silahlı eylemlerden uzaklaşın. Silahlarınızı gömün. Bu süreyi yeniden organize olmaya ve sistemli bir biçimde kadrolaşmaya ayıralım." Bu arada Türkeş ordunun yönetime tamamen el koymasını istediğini açık açık söylüyordu: "Bu iktidar süratle değiştirilmeli, komünist anarşiyi himaye etmeyecek, kanun ve nizamlara samimi olarak bağlı bir hükümet kurulmalıdır. Şanlı Türk ordusu, devletin ve demokrasinin düşmanlarını, vatan bölücülerini susturarak huzurlu bir ortam meydana getirdikten sonra, 1979 Senato seçimleriyle birlikte erken seçime gitmelidir." Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, çeşitli toplantılarda sık sık Türkeş'le birlikte görünüyor, ülkedeki terör yangınını körükleyen konuşmalar yapıyordu. Aydınlar Ocağı'nda yapılan bir toplantıda, "Bu kış komünizm gelebilir. Tenkil, tenkil, tenkil. Endonezya'daki gibi bir tenkil lazım," demişti. Ve Bayar'ın arzuladığı tenkil, çok geçmeden Kahramanmaraş'ta sahneye kondu. Kahramanmaraş olayları 25 Ağustos 1978'te; bir günde; İstanbul'da, Galata Köprüsü'ne, Adliye Sarayı'na ve Edebiyat Fakültesi'ne, üç ayrı yere bomba atıldı.[ ] 33 Ancak bu bombaların hiçbirinin etkisi Kahramanmaraş'taki bomba kadar olmadı... 18 Aralık 1978 akşamı, başrolünü Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Güneş Ne Zaman Doğacak" filminin gösterildiği Kahramanmaraş'taki Çiçek Sineması'na bomba atılıyordu. Bombayı ülkücüler atmıştı ancak solcuların attığı söylentisi yayılmıştı. Ülkücülerin provokasyonu sonucu, K.Maraş'ta, Türkiye tarihinin en kanlı ve en büyük mezhepsel iç çatışması yaşandı. 34 "Allah'ını seven Peygamberini seven yürüsün, komünist Alevileri yaşatmayın. Bunları öldüren cennetlik olur. Maraş alevilere mezar olacak. Müslüman Türkiye, Aleviler Moskova'ya. Sütçü İmam aşkına vurun," diye bağıranlar sonuçta yüzden fazla masum insanı katlettiler.[ ] MHP son silahını kullanıyordu: etnik ayrımcılıkla güç toplamak. Kahramanmaraş'ı Çorum katliamı takip etti... "Komünist Aleviler camiye bomba attılar!" provokasyonuyla binlerce insan yine mezhepsel bir çatışmaya sürüklenmek istendi. Ancak Çorum'da sol, "tüm tonlarıyla' birleşip saldırılara karşı koyunca Ülkücüler kaçmak zorunda kaldılar. Buna rağmen katliamın bilançosu 52 kişi olmuştu.[ ] 35 Çatlı İstanbul'da Abdullah Çatlı Sakarya'da yakalanıp "garip" bir biçimde serbest bırakıldıktan sonra Ankara'nın kendisi için risk taşıdığını düşündü. Ankara polisi, İstanbul polisi gibi değildi. Ülkücülere göz açtırmıyordu. Ankara polisi, Bahçelievler, Balgat katliamları başta olmak üzere bazı cinayetlerin üzerine titizlikle gidiyor, ülkücü sanıkları tek tek bulup cezaevine gönderiyordu. Çatlı da aranmaya başladı. Ve bu aranma yaşamı boyunca devam etti... Önce adres değişikliği yaptı. Cebeci'deki evinden artık "kurtarılmış bölge" haline getirilen Bahçelievler'e taşındı. "Gökçen üç yaşındaydı, ağır bir hastalık geçiriyordu. Görümcemle birlikte çocuğu Ankara'daki doktorlara göstermek için başkente geldik. Abdullah'ın evi o zaman Bahçelievler'deydi. Evin içi erkekten geçilmiyordu. Ali (Şerit), Feridun (Akkuzu), Soner Abi (Arın) evdeydiler, 'Yenge valla küvette bile yatıyoruz' dediler. Abdullah evde yoktu, biz de görümcemle birlikte bir akrabamız vardı, onun yanına gittik. Ben bundan başka Abdullah'ın kaldığı bekar evini hiç görmedim."[ ] 36 Çatlı için bekar evleri dönemi Bahçelievler'de kapandı. Ankara'da artık fazla kalamayacağını anladı ve İstanbul'a taşındı. İstanbul'da yepyeni bir yaşamla ve yeni ülkücü arkadaşlarıyla tanıştı." Yılma Durak, Celal Adan, Oral Çelik, Mehmet Şener ve Mehmet Ali Ağca gibi...[ ] 37 İstanbul ülkücüleri cinayetlerinde yeni "yöntemler" kullanıyorlardı. Solcuları yakalayıp işkenceli sorgudan geçirip, bazı önemli solcu isimlerini öğrendikten sonra işkence yaptıkları kişileri öldürüyorlardı. 9 Nisan 1979 tarihinde Ortaklar Caddesi'nde cesedi bulunan Onur Orcan, 25 Eylül 1979 tarihinde cesedi battaniyeye sanlı ortaya çıkan İsmail Cengiz, 24 Şubat 1980 günü Gültepe'de boğularak öldürüldükten sonra cesedi televizyon kutusuna yerleştirilen Veli Erdem, 21 Mayıs 1980 tarihinde Mecidiyeköy Ülkücü Gençlik Derneği'nde işkenceyle öldürüldükten sonra cesedi çuvala sarılarak bir okul arkasına bırakılan Cemal Kır... 1980 yılının Ocak ayından Haziran ayına kadar toplam 16 kişi kaçırılıp işkence yapılarak öldürülmüştü.[ ] 38 Listeler uzayıp gidiyordu... Ölüm mangaları dolaşıyordu şehir şehir... Şuursuz terörizm halkı canından bezdirmişti. Herkes bir "kurtarıcı" bekler haldeydi... Zaten istenen de buydu: Gelecek yönetimin kabulünü sağlamak! Gelecek yönetim neydi? Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren 11 Eylül 1979 günü 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'ı çağırarak, darbe yapmak için çalışma grubu oluşturmasını emretti. Emir üzerine Orgeneral Saltık, "Bayrak Harekatı"nın başarılı olması için kolları sıvadı. Darbenin başarılı olmasının en önemli koşulu, halkın dar beyi isteyecek olduğu ortamı sağlamaktı. Ve öyle de yapıldı; her taşın altından birtakım esrarengiz kişiler çıkmaya başladı... Esrarengiz Yüzbaşı Abdullah Çatlı İstanbul'a ilk kez gitmiyordu. İstanbul'un Ankara'ya göre karmaşık olan ilişkilerini daha önce birkaç kez gittiğinde az çok öğrenmişti. Örneğin, ÜGD Ankara Şubesi Başkanı iken Mahmut Korkmaz ve Nevzat Bor ile birlikte İstanbul'a gittiklerinde "Esrarengiz Yüzbaşı" Mehmet Ali Çeviker ile tanışmıştı. Orduda görev yapan Yüzbaşı Çeviker, Ülkücü Ökkeş Çokuçkun[ ] 39 ve Gabriel Aktürk adlı bir Süryani vatandaşla birlikte "şirket" kurup MHP'ye silah ve patlayıcı madde temin ediyorlardı. İlişki zincirine bakın; Bir ülkücü, bir Süryani ve bir yüzbaşı işbirliği yapıyor... Abdullah Çatlı ile Yüzbaşı Çeviker'i Ökkeş Çokuçkun tanıştırmıştı. Bu tanışmadan sonra Çatlı İstanbul'a gidip Yüzbaşı'dan TNT tahrip kalıpları, otomatik silahlar satın alıyordu. Yüzbaşı Çeviker'in sattığı malzemeler Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ABD'den hibe edilen silahlardı. Abdullah Çatlı yine bir İstanbul seyahatinde Ökkeş Çokuçkun ile Gabriel Aktürk'ten kendisini silah kaçakçılarıyla ilişkiye geçirmelerini istedi. Ökkeş Çokuçkun, yeraltı dünyasını oldukça yakından tanıyan bir ülkücüydü. Uçkun Nakliyat, Uçkun Taksi ve İstanbul Kadırga'da bir kumarhanenin sahibiydi... Gabriel Aktürk ise elmas ve döviz kaçakçılığı yapıyordu. İstanbul Kapalıçarşı'da kuyumcu dükkanı vardı... Bu karmaşık ilişkiler zinciri bir ihbar sonucu ortaya çıktı. Önce ülkücü Ökkeş Çokuçkun yakalandı. Hemen konuştu ve Yüzbaşı Çeviker'in adını verdi. Yüzbaşı Çeviker'in Mamak Harman Yolu 543 numaralı evine baskın yapıldı. Evde İstanbul'u havaya uçuracak kadar bomba vardı: "110 adet fünye, 200 gramlık TNT tahrip kalıbı, 2 adet 1 pauntluk TNT tahrip kalıbı, 100 gramlık burgu fişeği, 6 metrelik saniyelik fitil ve 1 adet adaptör ..." Bir süre önce Ankara'da Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'ne, İstanbul Eczacılık Fakültesi öğrencilerinin üzerine, Meclis'te Kontrgerilla hakkında araştırma önergesi veren ve konuyla ilgili olarak hemen her gün kürsüden konuşmalar yapan CHP milletvekili Süleyman Genç'in evi İle Halkevleri'ne atılan bombaların benzerleri ele geçirilmişti Yüzbaşı Çeviker'in evinde... Yüzbaşı Çeviker, kendini kurtarmak için olayları birbirine karıştırarak polise söyle ifade veriyordu: "İstanbul'da tanıdığım Gabriel Aktürk isimli kuyumculuk yapan şahıs, Ökkeş Çokuçkun, Mustafa Acil ve Abdullah (Çatlı yn) isimli şahısları Gönül isimli bir kadın aracılığıyla tanıdım. Gönül'ün İstanbul'da Gabriel Aktürk adlı bir şahıstan alacağı varmış, bunu tahsil etmem için benden ricada bulundu. Ben de İstanbul'a gittim. Gabriel'i buldum, tanıştım. Aradan iki gün geçti. Gabriel beni yemeğe davet etti. Yemekte yanıma gelen Ökkeş isimli bir şahıs ile tanıştım. Üçümüz yemek yedik, alkol aldık, sohbet ederken bana yakınlık gösterdiler. Bu tanışmadan bir iki gün sonra Aksaray Orduevi'nde beni Ökkeş aradı. Ökkeş'le buluştuk, yemeğe gittik. 'Yüzbaşım sana itimat edebilir miyim' dedi. Ben de 'tabii' dedim. Ellerinde bol miktarda patlayıcı madde bulunduğunu, bunun pazarlamasının yapılıp yapılamayacağını bana sordu. Ben de bunların ne biçim işte çalıştıklarını, ne yaptıklarını anlamak için konuya daha çok girdim. Bu adamların, yani Gabriel, Ökkeş ve yukarıda isimleri geçen şahısların yurt çapında patlayıcı sattıklarını, benim de ordudan ayrıldığım için daha doğrusu açıkta bulunduğum için rahatlıkla bu patlayıcı maddeleri satabilme düşüncesi ile durumu açıkladılar. Hatta benim anlayamadığım süryanice bir dille birbirleriyle konuştular. "Netice olarak ben ellerindeki patlayıcı maddeyi satabileceğimi söyleyerek miktarını ve depolarını öğrenmeye çalıştım. Gabriel ve Ökkeş bana ellerinde çok miktarda malzeme bulunduğunu ve bu malzemelerin Gedikpaşa semtinde Ermeni kilisesi yanında üç katlı ahşap bir ermeni evinin bodrumunda bir depoda olduğunu söylediler "Daha sonra Ökkeş Çokuçkun ile saat 21.00 den sonra buluştuk. Birlikte daha evvel bahsettiğim depo vaziyetindeki evin alt katına gittik, içeri girdik. Bodrum olduğu için karanlıkta seçebildiğim kadar, tahminime göre on sandık kadar patlayıcı madde gördüm. Sandıklar kapalı olduğu için malın çeşidini göremedim. Sorduğumda, TNT tipi tahrip kalıpları, yeter ki sen sat, piyasasını bul, kamyon da temin ederiz,' dedi. 'Peki, esas depo nerededir?' diye sorduğumda, Amerikalı erlere toz esrar verdiklerini, karşılığında bu malları aldıklarını söylediler... "Abdullah (Çatlı) denen şahsı bana Ökkeş tanıştırdı. Tanıştırdığı zaman da yakınında iki şahıs daha vardı. " Yüzbaşı Çeviker kendini kurtarmak için olayları ters yüz ederek anlatıyordu. Yüzbaşı'nın ifadesinde adı geçen "Gönül" adlı kadın bulundu. Gönül, "TOYOTA" şirketinin Türkiye mümessili Suriyeli Hassan Hamdi'nin nişanlısıydı... İlişkiler daha karmaşık hale gelmişti: Ülkücüler, Yüzbaşılar, Amerikalı erler, Süryaniler, kadınlar... Yüzbaşı'nın kadın arkadaşı Yüzbaşı Çeviker'in kız arkadaşı Nurkan Günay'ın polis ifadesi zincirin halkalarını tamamlıyor. "Yüzbaşı ile karşılaştık. Burada kendisini yüzbaşı elbisesi ile gördüm. Bana hitaben, cezasının bittiğini, tekrar orduya döndüğünü söyledi. Sohbetim sırasında bana, 'Nurkan seninle bir iş yapalım mı, İstanbul'a gidip, geleceğiz,' dedi. Ben de ne iş olduğunu sorduğumda 'Bu işi yaparsak, yüzbin lira yolumuzu bulacağımızı ve İstanbul'dan patlayıcı madde ve mermi getireceğimizi söyledi. İlave ederek, 'Bu işin ordunun yok gösterip, kullanmadığı eski maddelerin getirilmesi olduğunu, bu yerin adresini İstanbul'da bulunan bir başçavuştan alacağını kendisinin arkadaşı olduğunu onun vasıtasıyla halledeceğini' söyledi. Ben bunun üzerine kendisine, 'Ankara'ya nereye getireceğimizi' sorduğumda, 'Sen orasını fazla karıştırma arkadaşlara dağıtacağız,' dedi." İşin tuhaf yanı, Yüzbaşı Çeviker'in Mamak Askeri Cezaevinden Ankara Adliyesi'ne yargılanmak üzere getirilirken bilekleri kelepçeli olduğu halde koridorda kalabalığın arasına karışıp kaçmasıydı. Ancak aradan bir saat geçmeden Yüzbaşı Aydınlıkevler'de bir yakının evinde Ankara polisi tarafından hemen yakalandı.[ ] 40 Yüzbaşı kendisini ilk operasyonda da yakalayan başkomisere cezaevinden mektup yazıyor: "Seni başka bir şehre sürecekler, orada da öldürüleceksin." Bir süre sonra bu başkomiser Ankara'dan Urfa'ya atanıyor. Araya dönemin Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Nihat Özer giriyor, atamayı durduruyor![ ] 41 Astsubay Serçinlioğlu'nun anlatımları Abdullah Çatlı'nın, "Esrarengiz Yüzbaşılar" ile tanışıklığının bir başka tanığı da Kıbrıs Harekatı'nda gösterdiği kahramanlıklardan ötürü altın madalya ile ödüllendirilen Astsubay Oğuz Serçinlioğlu'ydu: "20 sene astsubaylık yaptım. Küçükçekmece Gölü'nün kıyısında bizim taburun (Savaş İstihkam Taburu) gazinosu vardı. Hiç unutmuyorum, 1978'in Nisan veya Mayıs ayıydı, bir pazar günüydü. "Gazinoda daha önce tanıdığım, 1. Bölük Komutanı iken, 'ben kurs vermeye gideceğim' diye ordudan istifa eden Yüzbaşı Vedat Öztürk'ün yanında biri kadın üç kişi vardı. Yanlarına gidip 'hoş geldiniz' dedim. Yüzbaşı, Çatlı'yı bana Sancak Tül'de çalışan bir mühendis olarak tanıttı. Çatlı'nın üzerinde krem rengi bir ceket vardı. Bunların gelmesinden kısa bir süre sonra bizim taburdan tahrip kalıpları çalınmaya başlandı. "Harp Okulu İstihkam Bölümü'nden mezun olan Yüzbaşı Öztürk'ün istifasının ardından bir Süre çok para harcadığını duymuştum. Daha sonra büyük bil maddî sıkıntı içine düştü. Yüzbaşı Öztürk çok İyi bil İstihkamadır. Suikast olayları için de çok iyi istihkamcı olmak gerekil istediğiniz kadar gerilla eğitimi görün, eğer istihkamcı eğitimi görmezseniz, bubi tuzaklarını bilmiyorsanız bir şey yapamazsınız." Astsubay Serçinlioğlu bu "ekiple" Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker'in ilişkisine de tanık oluyor: "Bir gün Esrarengiz Yüzbaşı olarak tanınan Mehmet Ali Çeviker bizim tabura geldi. Ben kendisini 197l-74 Erzurum Dumlu'dan tanırdım. Ayrıca Kıbrıs'tan da bilirim. Ordudan atıldığını duymuştum, ama bir gün mesai bilmiş ben bölük komutanıma tekmil vermeye gittiğimde odasında Çeviker'i gördüm. Sivildi. Ordudan tardedilip edilmediğini sordum, 'Hayır Bolu Komando Tugayı'nda görevliyim' dedi Sabah mesaiye geldiğimde 1. bölük komutanı teğmen Bülent Ertınaz bana, 'Sen Yüzbaşı Çeviker'i tanıyor musun' diye sordu. Ben de 'Anasının ipini satan bir adam olarak bilirim, karışık bir adamdır' dedim. "Daha sonra bu Yüzbaşı Çeviker sık sık tabura gelip gitmeye başladı. Bu Çeviker, üçkağıtçı biridir ancak çok iyi bir gerilla ve komandoydu." Bahçelievler katliamında Haluk Kırcı, TİP'li genç Osman Nuri Uzunlar'ı boğabilmek için oldukça uğraşmıştı. Ancak kısa bir süre sonra ülkücüler boğma tekniklerini, bubi tuzaklarını vb. öğrendiler. Bahçelievler'de Uzunlar'ı güç bela boğan ülkücüler, 2 Ağustos 1980 tarihinde Fulya Deresi'nde solcu Selahattin Gelgöz'ü komando düğümüyle birkaç dakikada boğuverecek beceriyi kazanmışlardı... Kimler öğretmişti "bu teknikleri" ülkücülere?... Sancak Tül Astsubay Serçinlioğlu, taburunda tanık olduğu olayların başlangıcını şöyle anlatıyor: "Bu Esrarengiz Yüzbaşı'nın, Çatlı'lara gelmesinin başlangıç nedeni, Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Vural'ın odasının perdelerini değiştirmek istemesiyle başladı. Bir gün bana perdelerin Sancak tül tarafından değiştirileceğini söyledi. "Sancak Tül'ün müdürü de emekli bir istihkam yarbayıydı. Bu emekli yarbay birkaç kez bizim tabura gelmişti. Ben sonradan anladım, adam perdeleri değiştirecekmiş, ancak kendisi balık avlamaya düşkün olduğu için C-3 plastik tahrip maddesi talep etmiş. Verilip verilmediğini bilmiyorum. Şimdi olayları sıraya koyarsak, Sancak Tül'ün müdürü tahrip maddesi istiyor. Yüzbaşı Öztürk ders vereceğim diye ordudan ayrılıyor, paraya kavuşuyor, sonunda Çatlılar ve Çeviker sık sık tabura gelmeye başlıyor. "Tüm bu olaylar hızla devam ederken ben emekli oldum. Esrarengiz Yüzbaşı'yı odasında gördüğüm Üsteğmen Bülent Ertınaz, Kara Kuvvetleri Tayin Dairesi İstihkam Şube İcra subaylığına tayin oldu. Kutlamak için yanına gittim. Çok telaşlıydı. Bana, 'Serçinlioğlu, evimin ve arabamın anahtarı bunlar. Benim hanımı alacaksın, İzmir'e babasına teslim edeceksin, sana teslim' dedi. Ben de 'Hayrola komutanım ne var ne oluyor?' diye sordum. Her şeyi anlattı: 'Serçinlioğlu, bu bombalar, tahrip kalıplarıyla yakalanan Yüzbaşı Çeviker'e her şeyi biz verdik. Bir kısmını astsubay Ömer verdi, bir kısmını ben verdim. İçinde tahrip kalıpları, boğma teli, pense, elektrikli fünyelerin bulunduğu sandıkları Yüzbaşı Çeviker'e verip, bizim Teknik Astsubay Ekrem Dursun'un kullandığı servis aracılığıyla gönderiyorduk. Çeviker, Ekrem anlamasın diye aracı dolambaçlı yollardan götürmüş sonunda Aksaray'daki bir Ermeni'ye teslim etmişler. Ancak Astsubay Ekrem geceleri Aksaray'da taksicilik yaptığı için Yüzbaşı Çeviker'in kendisini dolambaçlı yollardan götürmesine anlam verememiş, Yüzbaşı Çeviker de yakalanınca durumu komutanına anlatmış. Allah'tan komutan olayı büyütmedi ancak bize, 'Başınızın çaresine bakın, her şey olabilir, bugünlerde,' dedi." Üsteğmen'in korktuğu başına gelmiyor. Ufak bir soruşturma ile olay kapatılıyor. Bu arada Astsubay Ömer, M.Ali Ağca'nın kaçacağı Kartal Maltepe Cezaevi'ne tayin ediliyor!... Çatlı yeraltı dünyasıyla tanışıyor Abdullah Çatlı bu iki yakın arkadaşı Gabriel Aktürk ve Ökkeş Çokuçkun aracılığıyla İstanbul'da ülkücülere silah satan başta Abuzer Uğurlu ve Oflu İsmail olmak üzere yeraltı dünyasının ünlü simaları ile tanıştı.[ ] 43 Çatlı İstanbul'daki günlerine hızlı başladı... Gabriel Aktürk'ten adreslerini aldığı bazı kaçakçıların döviz bürolarını ve kuyumcu dükkanlarını soydurdu. Çatlı ve arkadaşları sahte döviz ve sahte lira basanlarla ilişkiye geçerek piyasaya sürmeye de başlamışlardı. Abdullah Çatlı'nın "piyasaya sürdüğü" bir başka tehlikeli madde daha vardı: 16 Mart ve K.Maraş katliamlarında kullanıldığını yukarıda gördüğümüz TNT (dinamit) patlayıcıları... Hasan Kurtoğlu kimliği Türkiye'nin kan gölüne döndüğü günlerde Abdullah Çatlı yaşamında bir değişiklik yaptı, yıllardır ayrı düştüğü eşi Meral Hanım'ı Nevşehir'den İstanbul'a getirdi. Çatlı İstanbul'daki ilk günlerinde, MHP ve ÜGD ilçe örgütlerine gidip geliyordu. Ancak buraların sık sık polis tarafından basılmaları üzerine günlerini Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonumda (MİSK) geçirmeye başladı. Öğrenci bekar evleri o günlerde polisin çok dikkatini çekiyor ve sık sık basılıyordu. Çatlı polisin dikkatini çekmemek için "aile reisi" kimliğine büründü. Meral Hanım anlatıyor: "79-80 döneminde İstanbul Erenköy'de yaşadık. Bana bir arkadaşıyla mektup gönderip İstanbul'a aldırdı. Bu mektupta 'Fazla eşya alma. Mektubu getiren arkadaşa güven. Gökçen'le birlikte seni buraya getirecek' yazıyordu. "Kayınvalidem 'gelini bırakmam,' dedi ve bizimle beraber geldi. Ankara'da buluştuk. Kayınvalidem Ankara'da kaldı, biz Şevket ağabeyin otomobili ile İstanbul'a gittik. Abdullah'ı Şevket ağabeyin evinde gördüm. "Bana 'aranıyorum, dikkatli olmanız, gerekiyor' dedi. 15 gün kadar 'Şevket abilerde, Şevket ağabey kuyumcuydu- kaldıktan sonra Erenköy'deki eve geçtik. 78'den 79'a geçilen yılbaşını Erenköy'de kutladık. Evimiz, Ethem Efendi'deki yüksek apartmanlardan birinin 7. katıydı: 27/ 7. "Abdullah o zaman Hasan Kurtoğlu kimliğini kullanıyordu. Kimlik konusunda ne ben ne de Gökçen hiç falso yapmadık. Çünkü biliyorduk ki, Abdullah dediğimiz an, onu kaybedebilirdik. Kaybetme duygusu yaşamımız boyunca bizi dikkatli olmaya mecbur etti. Erenköy'de kaldığımız sürede Şevket Beyin yanında işçi gibi görünüyordu. Şevket Beyin Kapalıçarşı'da kuyumcu dükkanı vardı. Evimiz çok güzeldi. Her zaman yanında 7-8 yakın arkadaşıyla gelirdi. Yardımcım yoktu, yemekleri, temizliği tek başıma yapıyordum."[ ] 44 Abuzer Uğurlu ve silah kaçakçılığı MİT ile Emniyet arasındaki çekişme son 30 yıllık Türkiye tarihinde sık sık su yüzüne çıktı. Bu çekişmenin en önemli nedeni ise, yeraltı dünyasına hakim olma kavgasıydı. Emniyet ve MİT yeraltı dünyasından istihbarat alabilmek için bu karanlık dünyanın bazı mensuplarıyla zaman zaman ilişkiye geçerler. Bu ilişkide her iki tarafın da çıkarı vardır. MİT ve Emniyet istihbarat alır, bunun karşılığında da ajanının bazı yasa dışı işlerine göz yumar. Mafyanın olduğu dünyanın her yerinde bu ilişki böyle yürümektedir. Ancak Türkiye'de bir istisna vardır: MİT ve Emniyet Türkiye'deki yeraltı dünyasını öyle bir paylaşmışlardı ki, yeraltı dünyasının yarısı MİT'in, yarısı da Emniyet'in adamı olmuştur.[ ] 45 Abuzer Uğurlu 1974-79 yılları arasında MİT tarafından "Yıldırım" takma adıyla kullanıldı. MİT, Abuzer Uğurlu'dan aldığı bilgiler sayesinde onun yaptığı sigara kaçakçılığı, beyaz eşya kaçakçılığı, döviz kaçakçılığı gibi işlere göz yumuyordu. Kaçakçı İbrahim Telemen öldürülmeden önce Gazeteci Uğur Mumcu'ya yazdığı mektupta Abuzer Uğurlu ile ilgili şu bilgileri veriyordu: "Yeşilköy gümrüğünden her an elinde 3-5 milyon DM dolu çanta ile hiçbir engelle karşılaşmadan adamları girer çıkar. İsterse pasaportuna damga vurdurur, isterse vurdurmaz. Ben böyle birkaç kez girip çıktım. "Sahte pasaport ve her türlü sahte mühür, araç ve gereçler. Bunlar da Abuzer'in elinde. Beni, İzmir Buca Cezaevi'nden Abuzer kaçırdı. Ve hemen üç adet pasaport: Biri Bora adına, tüccar, her an yurt dışına çıkıp gidebilirim. Çok girdim, çıktım. Şimdi o pasaport Abuzer'in elindedir. İkincisi Kemal, Almanya'da çalışan bir işçiyim. Gene her an girip çıkabilirim. O pasaport bende. Abuzer istedi, kaybettim diye vermedim. Üçüncüsü de kendi adıma, o da tüccar. O pasaportta İtalya'da. Abuzer'in bütün adamlarında böyle birkaç pasaport var. Her istedikleri an yurt dışına çıkıp gelmektedirler."[ ] 46 Türkiye'de kaçakçılığın birinci şartı sırtını MİT'e veya Emniyet'e dayamaktır. İkinci şartı ise gümrüklerde mutlaka adamların bulunacaktır. Üçüncü şart ise yurt dışı kaynakların, ilişkilerin iyi olmasıdır. Abuzer Uğurlu sırtını MİT'e dayamıştı. Her dönemde ister MC hükümetleri, ister CHP hükümeti olsun Gümrük ve Tekel bakanları ile arası iyi olmuştu.




ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (1980-1990)


Evet, uzun zamandır "geliyorum" diyen askeri darbe, 12 Eylül 1980 günü sabaha karşı geldi...
Bugün artık, eski ülkücü şeflerin bile çoğunluğu, 12 Eylül öncesinde yapılan eylemlerin darbe ortamını hazırladığını kabul ediyorlar. Özellikle "Susurluk kazası"ndan sonra bu görüşü savunan ülkücüler daha da çoğaldı. Hatta aralarında, Abdullah Çatlı ve ekibinin eylemlerini "devlet güdümünde yapılan katliamlar" olarak nitelendirenler bile var.[79]
Cunta, MHP'nin Türk İslam Sentezi'ni benimsiyordu. Ancak bu ideolojinin gerçek sahibi MHP lideri Alpaslan Türkeş gözaltına alınmak için aranıyordu. Türkeş, 3 gün saklandı ve askeri darbenin "sol bir hareket olmadığını" anlayınca, teslim oldu.
Başbuğ ve parti yöneticileri hakkında Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde "MHP ve Ülkücü Kuruluşlar" davası açıldı. "Fikri iktidarda kendisi hapiste"ydi.
12 Eylül darbesinden sonra toplam 210 bin dava açıldı. 650 bin kişi gözaltına alındı. 50 idam cezası infaz edildi. 177 kişi işkencede öldü. 30 bin kişi yurt dışına kaçtı, 14 bini yurttaşlıktan çıkarıldı.
12 Eylül, bütün siyasi güçleri olduğu gibi MHP'yi de böldü. MHP'liler arasında Türk- İslam Sentezi'nin İslami yönü ağır basmaya başladı. Mamak Askeri Cezaevi B Blokta yatan ÜGD Genel Başkan yardımcısı Burhan Kavuncu, MHP yönetimi ve Türkeş'e isyan bayrağını açan ilk kişi oldu. Kavuncu, milliyetçi kimliğinin yerine ümmetçiliği koyuyor ve açıkça şeriatı savunuyordu.[80] Kavuncu'yu Adana'da Mustafa Gülnar ve arkadaşları takip etti.
Özellikle MHP'nin 70'li yıllarda eli silah tutan gençleri arasında İslamcılık görüşü hızla yayıldı. Cezaevindeki ülkücülerin neredeyse tamamı şeriatı savunmaya başladı. Lider Türkeş'in yerini "Hoca", Adıyamanlı Nakşibendi tarikatına mensup Menzil Şeyhi almıştı. Eski tetikçi ülkücüler artık ona biat ediyorlardı. ABD'nin de o yıllarda "yeşil kuşak" projesini hayata geçirmesi herhalde tesadüf değildi. Bu projeyle ABD; Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan gibi Müslüman ülkeler kanalıyla; Orta Asya'daki Müslümanları ayaklandıracaktı.[ 81 ] Bu yolla Sovyetler Birliği'nin parçalanması hedefleniyordu. İşte ülkücüler de o günlerde İslamcı olmaya başladılar.
"Yeşil Kuşak" projesi, 12 Eylül rejimini de etkilemekle gecikmedi. Yurt içinde, Milli Eğitim'de ve kültür kurumlarında dini ideoloji körüklenirken, yurtdışında da dinci kesimleri kazanmaya yönelindi.[82]
Haluk Kırcı'nın ifadesi
Abdullah Çatlı'nın yurtdışına çıkışının birkaç gün sonrası...
8 Kasım 1980. 12 Eylül'ün en hareketli günleri...
Haluk Kırcı İstanbul Kadıköy İskelesi'nde yürürken birden ne olduğunu anlamadan çevresi sivil polislerce sarılıyor. Kimliği isteniyor.
Çıkarıyor gösteriyor: E 03 seri 901212 numaralı nüfuz cüzdanındaki fotoğraf Haluk
79 Eski ülkücülerden Metin Kaplan, Orta Doğu gazetesine yazdığı ve Tempo dergisiyle yaptığı görüşmede bu görüşleri savundu (Tempo, 13 Şubat 1997)
80 Burhan Kavuncu hapisten çıktıktan sonra "Yeryüzü" dergisini çıkardı. Dergi. Güneydoğu'da PKK ile çatışan Hizbullah'ın "İlim" grubunun yayın organıydı (yn).
81 "Yeşil Kuşak" projesine esas olan fikirler, Türkiye'de üç yıl kalmış olan CIA Ortadoğu istanbul görevlisi Graham E.Fuller'in, lan O.Lesser ile birlikte yazdığı kitapta da yer almaktadır. ("Kuşatılanlar", Sabah Kitapları, Çeviren: Özden Arıkan, Aralık 1996).
82 Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Güven Erkaya, emekli olduktan sonra katıldığı bir açık oturumda, "Evren sola karşı maalesef dini kullandı. Anayasamızın vicdan ve din özgürlüğü maddesine aykırı hareket etti," dedi.
Kırcı'nın kendisine aittir. Ancak diğer bilgilerin hemen hepsi sahtedir.
10 Eylül 1979 tarihinde Nevşehir Gülşehri'nden alınan kimliğin isim ve soyadı bölümünde Ahmet Balta yazmaktadır...
Sivil polisler "Ahmet Balta"nın kimliğinden şüphelenmezler. Ama yine de onu alıp götürürler.
Ne olmuştu?
İki yıldır aranan ancak elini kolunu sallaya sallaya dolaşıp cinayetler işleyen Haluk Kırcı, 12 Eylülden sonra nasıl bu kadar kolay yakalanıvermişti?
Ankara Sıkıyönetim Askeri Savcısı Nurettin Soyer, Haluk Kırcı'nın yakalanmasını ve sorgulanmasındaki hataları gazeteci-yazar Uğur Mumcu'ya şöyle anlatıyor:
"...Haluk Kırcı'yı yakalamışlar. Nasıl yakalamışlar bilmiyorum. Aranan kişiydi ve çetenin önemli adamlarından biriydi. Neyse ki İstanbul Emniyet Müdürlüğü bu sanığı yakalamış, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün bu sanığı en az 28 gün gözetim altında tutması gerekir ki, çete hakkında, cinayet hakkında bilgi toplanabilsin. İstanbul Emniyeti'nden geldiği gün baktım, Haluk Kırcı polis nezaretinde benim kapımın önüne getirildi. 'Bu nedir böyle,' dedim, 'sorgusu var mı?' 'Yok,' dediler, 'yok.'
'Sorgusu yapılmadı, nasıl getirildi buraya?'
'Vallahi,' dediler, 'Birinci Şube'den emir verildi, biz de getirdik.'
Savcılık olarak bu sanığı biz sorguladık.
Tabii ne çeteyle ilgili bilgi verdi, ne de başka şey...
Yalnız yedi kişiyi öldürdüğünü bizlere söyledi.
Söylemeyebilirdi. Ama söyledi. 'Bundan nedamet duyuyorum. Sıkıntı içindeyim,' dedi. 'Onun için söylüyorum,' dedi.[83]
Hatta çocuklardan birini tel askıyla boğduğunu anlatırken savcı yardımcısı 'bak neler söylüyor,' dedi."1
Haluk Kırcı gerek polis ifadelerinde gerekse savcılıkta tıpkı ülküdaşı Mehmet Ali Ağca gibi hep çelişkili ifadeler verdi.
Örneğin kendisine sahte kimliği önce Abdullah Çatlı verdi derken aradan birkaç gün geçince o verdiği ifadeyi yalanlayıp "Hayır, bana sahte kimliği Ankara'da Ülkü Yolu Derneği Başkanı Yaşar Yıldırım verdi," diyecekti...
Sonra tekrar Abdullah Çatlı'nın adını veriyordu:
"İstanbul'a 1980'in ortalarında geldim. MHP ilçe başkanlarından Celal Adan'a Abdullah Çatlı ile görüşmek istediğimi söyledim. Çatlı ile Laleli'de Seydi Baklavacısında buluştuk. Çatlı beni Erenköy'deki evine götürdü."
Haluk Kırcı Çatlı'nın Erenköy'deki evinin nasıl lüks içinde olduğunu uzun uzun anlatıyor:
"Abdullah Çatlı Erenköy Bağdat Caddesinde bir sinemanın karşısındaki sokak üzerinde soldan 3. veya 4. dik kesen sokaklardan birinde, yeni yapılmakta olan 3 inşaatın bitişiğindeki sol yöndeki bir apartmanın en üst katında oturmaktadır. Ben birkaç gün bu evde kaldım. Abdullah Çatlı evlidir, 5 yaşlarında bir kız çocuğu vardır. Eşi uzun boylu, topluca, sarışına yakın kumral saçlı, bildiğim kadarıyla ev hanımıdır. Apartmanın en üst katında asansörle çıkıldığında asansör kapısından çıkışa göre hemen soldaki ilk dairede oturur. İçeriye girişte küçük bir antre vardır. Sol tarafta mutfak onun yanında bir koridor vardır ve odalardan birine çıkar. Sağ tarafta ise salon ve karşıda bir oda daha var. Ayrıca soldaki koridor üzerinde 4 kapı var. Bunlardan sağdaki veya soldaki ilk kapı tuvalettir. Diğer kapıları bilmem, ev kaloriferlidir. Ben içeri odalara fazla girmedim, mutfağın yanındaki odada kaldım. Evin eşyaları çok güzel ve pahalıydı. Salonun duvarları kağıt ile kaplıydı. Yerler marleydi..."
Çatlı, Kırcı'ya, "Yakalanman halinde hep tutarsız ifadeler ver. Örneğin Bahçelievler'i
83 Uğur Mumcu, 12 Eylül Adaleti, um:ag, 19. baskı s. 17 126
bir üstlendi bir olaya karışmadığını söyledi. Bir keresinde İbrahim Çiftçi'nin adını ver, sonra bunun tam tersini söyle. Olayda Duran Demirkıran'ın olmadığını mut laka söyle. Öyle söylersen Duran'ın verdiği tüm ifadeler geçersiz sayılır. Bu durumda herkes paçayı kurtarır," diye akıl vermişti!
Kırcı, Çatlı'dan bu akılları almıştı ama. Muhsin Yazıcıoğlu'ndan da Çatlı'yı suçlamak üzere akıllar almıştı. Kırcı, Erzurum'da buluştukları Yazıcıoğlu'nun "Hiç acımadan Çatlı'yı suçla, çünkü o teşkilattan koptu," dediğini 19.11.1980 tarihli Askeri Savcılık ifadesinde şöyle anlatıyor: "Aslan Gözütok diye bir arkadaş, Ankara'dan gelen Muhsin Yazıcıoğlu'nun benimle görüşmek istediğini söyledi. Bana bildirilen Cumhuriyet Caddesi'ndeki Hemşin Pastanesi'ne gittim, önceden bir defa düğüm ancak konuşmadığım Muhsin Yazıcıoğlu ile yanında tanımadığım bir kişi oturuyordu. Başbaşa konuşmaya başladık. 'Biz davamızda başarıya ulaşacağımızı biliyoruz. Bu arada birkaç kişinin asılması o kişiyi ölümsüz yapar' diyordu. Yine ilaveten Abdullah Çatlı'nın teşkilata ters düştüğünü, teşkilattan koptuğunu; bu nedenle yakalanırsam hiç acımadan Abdullah Çatlı'yı suçlamamı söyledi. Ve buna ilaveten Abdullah Çatlı'nın İstanbul'daki evinin yerini ve içini tarif etti. Orada saklandığımı söylememi istedi. "
Çatlı MHP'den kopmuş muydu?
Muhsin Yazıcıoğlu da tutuklandıktan sonra Çatlı'yı suçlayan ifadeler verdi. 13 Şubat I981'de, Çatlı yurtdışındayken, Askeri Savcı Yarbay Enis Tunga'ya şunları anlatıyordu: "...gazetelerde Bahçelievler'de 7 kişinin öldürüldüğünü okudum. Ölüm olayının ülkücüler tarafından yapıldığı söylentileri üzerine konuyu araştırdım, 2. başkanım olan Abdullah Çatlı'ya sorduğumda haberinin olmadığını söyledi, ancak soruşturmayı sürdürdüm. Site Yurdu'nda başkan olup olmadığını hatırlayamadığım Ünal Osmanağaoğlu'na sorduğumda önce bu konuda bir bilgisi olmadığını söyledi, ancak ben bu soruşturmanın peşini bırakmadım, tekrar konuştuğum Ünal Osmanağaoğlu bana bu olayı Abdullah Çatlı'nın emri ve organizasyonu ile kendisi de dahil olmak üzere Haluk Kırcı, Mahmut Korkmaz, Bünyamin Adanalı ile birlikte işlediğini söylemişti. Ancak burada Ercüment Gedikli'nin adından da bahsettiğini hatırlar gibi oluyorum, ancak kesin emin değilim... Daha sonra bu edindiğim bilgilere dayanarak durumu tekrar Abdullah Çatlı'dan sordum yine bana haberi olmadığını söyleyip bu olaydaki sorumluluğunu kabul etmedi. Ancak kişisel olarak yaptığım soruşturmada, Bahçelievler'de 7 kişinin öldürüldüğü gün arabanın Abdullah Çatlı'da olduğunu tahmin etmekteyim. Çünkü araba Genel Başkan olarak bende değildi, benim yardımcım olan Abdullah Çatlı'da olması kuvvetle muhtemeldi.
"Sonraları konuşmalarımızda bu konuda tartıştığımız kendisinden de şüphelendiğim için birbirimize olan güvenimizi saygımızı kaybetmiştik. Bu nedenle ben yeniden kongreye gitmeyi ve benimle birlikte Abdullah Çatlı'nın çekilmesinin şart olduğunu ileri sürdüm... Bu tarihten sonra Abdullah Çatlı ile ve diğer kişilerle bir daha görüşemedik ancak, bu olaya bağlı olarak aramıza soğukluk girdi..."
Bu ifadeler ve Yazıcıoğlu'nun Çatlı hakkındaki olumsuz konuşmaları, bu ikilinin 90'lı yılların başlarına kadar küskün kalmalarına neden oldu...
Muhsin Yazıcıoğlu Sıkıyönetim Askeri Savcılığı'na verdiği ifadede, 12 Eylül'den hemen sonra görüştüğü Haluk Kırcı'ya bir nasihatta bulunduğunu söylüyor:
"Keçiören taraflarında bir eve gittik. Haluk Kırcı evde tek başına idi. Bana mahkeme durumunu sordu, iyi olmadığını söyledim. 'Yakalanırsam çok kötü olur,' dedi, ilaveten, 'ben bir kişi buldum Lübnan'a kaçacağım,' dedi. Ben de, 'yurtdışında dikkatli ol, yeraltı dünyasının eline düşme,' dedim."
Yazıcıoğlu'nun Haluk Kırcı'yı yeraltı dünyasının eline düşme diye uyarması hayli ilginç. Peki, yeraltı dünyasının eline düşen arkadaşları kimlerdi? Örneğin, Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve Mehmet Ali Ağca mı?
Çatlı'nın Türkeş'i ihbarı
Çatlı sadece Muhsin Yazıcıoğlu'na dargın değildi. Başbuğu Türkeş ile de arası açılmıştı.
Oral Çelik, TBMM Susurluk Komisyonu'na ifade verirken, Türkeş ile aralarının iyi olmadığını, hatta 12 Eylül döneminde Çatlı'nın Türkeş'i "ihbar ettiğini" söyledi. Oral Çelik ile komisyon üyeleri arasında şu konuşmalar geçti:
Hayrettin Dilekcan (RP)- Sayın Alpaslan Türkeş de bununla ilgili bir beyanatta bulundu, hatta hoş olmayan beyanatlardı bulundu, geçmişteki bir ülkücü olarak; ama bu konuda Sayın Türkeş'le irtibatı ne dereceydi? Çatlı'nın...
Çelik- İyi değildi Çatlı'nın Alpaslan Türkeş'le durumu.
Dilekcan- Aralarındaki soğukluk nereden kaynaklanıyordu?
Çelik- İstihbarata bazı şeyler verilmişti, daha doğrusu verildi.
Dilekcan- MİT'e mi, emniyete mi?
Çelik- MİT'e ve Alpaslan Türkeş'in ismi vardı. Onun için...
Dilekcan- Nasıl tam algılayamadım.
Çelik- MİT'e bir rapor verilmişti. Alpaslan Türkeş'in ismi vardı o raporda ve Türkeş de o raporun bizden gittiğini biliyordu; Çatlı'dan ve benden geldiğini biliyordu.
Dilekcan- Peki o raporda ne vardı?
Çelik- Bazı şeyler vardı, gizli şeyler vardı.
Dilekcan- Gizli derken, bu konuda çeşitli iddialar var, deniliyor ki 12 Eylül öncesinde bazı ülkücüleri Türkeş'in mektupları ihbar etti deniliyor veya başka türlü iddialar söyleniyor.
Çelik- Yok. Bir rapor var, rapor verildi; ben de biliyorum o raporu. Hatta yazan Abdullah Çatlı, kendi el yazısıyla, yarısı başka birinin el yazısı ve orada Türkeş'in hakkında...
Dilekcan- Menfi.
Çelik- Menfi değil. Direkt iddialarda bulunuluyor.
Fikri Sağlar (CHP)- Ama Meral Çatlı dedi ki, bu işlere girmemiz için öne sürülen koşullardan bir tanesi de Alpaslan Türkeş'in bırakılmasıydı; yani sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor.
Çelik- Değil efendim; ben biliyorum.
Dilekcan- Peki... Agâh Oktay Güner, Yaşar Dedelek, geçmişte bunlar ülkücü camia içinde bulunan insanlardı.
Çelik- Hem de Türkeş'i bile sevmeyen insanlardı bunlar yani. Türkeş'in pasif kaldığını, mesela, bu adamlara sahip çıkmadığını falan, bunlardan ayrılacağız, yeni bir parti kuralım, yeni bir şey kuralım diyen adamlardı yani ve bu işi o tanımadıkları Abdullah Çatlı ile yapmaya çalışıyorlardı yani.
Sağlar- Türkeş'e karşı birlikte yapıyorlardı... Çelik- Evet.
Nilhan İlgün (DYP)- Kaç yıllarında?
Çelik- 77, 78...
Sofya'daki "Hintli"
Abdullah Çatlı'nın yurt dışına çıkışının izlerini Mehmet Ali Ağca'yı izleyerek bulabiliyoruz. Bu nedenle, Ağca'yı bıraktığımız yere geri dönüyoruz.
10 Temmuz 1980'de, Hintli Joginder Singh pasaportuyla Bulgaristan'a giden Ağca, orada Abuzer Uğurlu'nun adamı Ömer Mersan'la buluştu. Ömer Mersan, patronu Abuzer Uğurlu'nun talimatıyla onu Sofya'nın Vitoşa Oteli'ne yerleştirdi ve bir miktar da para verdi.
Abuzer Uğurlu, bu olaydan çok sonra askeri savcılığa verdiği ifadelerde, cezaevinden tanıdığı Doğan Yıldırım'ın[84] kendisine Sofya'da "Metin" adında bir arkadaşı olduğunu, ona gönderilmek üzere para istediğini, kendisinin de Sofya'da bulunan Ömer Mersan ile konuşup, paranın Metin adıyla bildiği Ağca'ya gönderildiğini anlattı.
84 Doğan Yıldıım, Deniz Harbokulu'ndan siyasi nedenlerle çıkarıldıktan sonra, Yeşilköy Havalimını'nda gümrük muhafaza memuru oldu. Çeşitli eylelmlere karıştığı için tutuklu olduğu sırada hapiste Ağca ile tanıştı Halen İstanbul'da avukatlık yapmaktadır ve M. Ali Ağca'nın da avukatıdır.
Ağca'nın 911 numaralı odasında kaldığı Vitoşa Oteli'nin 1078 numaralı odasında "Necati Çelik" adıyla kalan bir Türk daha vardı ki, o da Bekir Çelenk'ten başkası değildi.
Aynı otelde kalan Ağca ile Çelenk arasında kısa bir görüşme geçti: Ağca, Çelenk'ten para ve Bulgaristan'da korunma istedi.
Elindeki Hintli pasaportuyla Avrupa'ya geçmesi son derece riskliydi. İnterpol'ün kırmızı bültenindeydi. Sofya'da oturup, Türkiye'den gelecek pasaportu beklemekten başka çaresi yoktu.
Çelenk, Ağca'ya Bulgaristan'da bir süre daha kalmasının sorun olmadığını söyledi. Bulgaristan İnterpol'e üye değildi ve transit geçiş olarak oturumu bir süre daha uzatılabilirdi. Ama birlikte görünmeleri tehlikeliydi. Ağca'nın MİT tarafından takip edildiğini haber almıştı.
Ömer Mersan onu Vitoşa Oteli'nden alıp, Park Otele götürdü. Ayrıca Bulgaristan'daki oturumunun 50 gün daha uzatılmasını sağladı.
Bulgar polisinde Singh ile ilgili başka kayıtlar da vardı:
Kaldığı otelden, İpekçi cinayetinden sonra firar edip Almanya'ya yerleşmiş olan Yalçın Özbey'le yaptığı telefon konuşması.
Bir de 24, 26 ve 30 Temmuz tarihlerinde İstanbul'daki bir nakliyat şirketine telefon edip, Abuzer Uğurlu ve Oral Çelik ile görüşmek istediği, ama onları bulup konuşamadığı.
Ömer Mersan, Vardar ve Kintex şirketleri
Ömer Mersan, Abuzer Uğurlu'nun kardeşleriyle 10 yıl önceki öğrencilik yıllarında tanıştı. Daha sonra Abuzer Uğurlu'nun bir mağazasında çalışmaya başladı ve onunla birlikte gittiği Almanya'da kaldı. O tarihten itibaren Uğurlu'nun Bulgarlar, Suriyeliler ve Lübnanlılar ile ithalat-ihracat işlerini yürütmeye başlayan Mersan, 1979'da bir Almanla evlendi ve Münih'e yerleşti. Onun da gerektiğinde kullanmak üzere taşıdığı, Lübnanlı Kaft adına düzenlenmiş bir pasaportu vardı.
Ömer Mersan, Abuzer Uğurlu ile birlikte kaçakçılık yapan Selami ve Bekir Bültaş kardeşlerin sahibi bulunduğu Münih'teki Vardar şirketinde çalışmaya başlamıştı.
Abuzer Uğurlu Türkiye'ye bir yandan Gültaşlar'ın Vardar şirketi aracılığıyla kaçak elektronik eşya, bir yandan da Bulgar Kintex şirketi aracılığıyla kaçak sigara sokuyordu. Bu iki işi yürütenlerin başında gelen Ömer Mersan, Münih-Sofya-İstanbul trafiğini idare etmekteydi.
Kintex, bir Bulgar devlet şirketiydi. Merkezi, Sofya'da Vitoşa Oteli'nin de bulunduğu İvan Antonov Caddesi'nde, gece gündüz sivil polisler tarafından korunan üç katlı görkemli bir binadaydı. Başında Bulgar gizli servisi Darshavna Sigurnost'un (DS) şeflerinden General Terziyef vardı. "Resmi" işlevi, "sanayi ve madencilikte kullanılan özel araç gereçler, patlayıcılar, halatlar ve sair malzeme; tazminat işleri, çok taraflı işlemler, transit geçiş işlemleri; transit aksesuarları, spor ve balıkçılık aksesuarları..." idi. Ama gerçekte Avrupa ile Türkiye ve Doğu ülkeleri arasındaki kaçakçılık işlemlerinden komisyon almaktaydı. General Terziyef bir yandan kaçakçılıktan komisyon alırken, bir yandan da kaçakçıları kendi kaçak mallarından almaya zorlamaktaydı. Terziyef ve işbirliği yaptığı kişiler, ortaklarıyla Kintex merkezinde değil, genel olarak Sofya'nın büyük otellerinde buluşmaktaydı.
70'li yılların sonlarında Türkiye'de "yakalanabilen" bazı kaçakçılık olaylarının altından da Kintex şirketi çıktı.
Örneğin, 1977 yılında Kıbrıs bandıralı "Vasoula" gemisiyle Türkiye'ye sokulmak istenen 405 roketatar ve 10 bin roketatar mermisinin Kintex şirketi tarafından gönderildiği, Yargıtay kararıyla saptanmıştı.[85]
Konuyla ilgili Türk polisinin raporlarında da Kintex'in, sadece Türkiye'ye kaçak mal sokmak için kurulduğu sık sık yazılmaktaydı.
Sahte pasaportlar ve Ömer Ay
12 Eylül'e ilerlenen günlerde Nevşehir'de karanlık işler dönüyordu. Bu ilin Emniyet
85 Uğur Mumcu, Ağca Dosyası, um:ag. Dördüncü baskı, s. 137 vd.